İnsanlar arasındaki çok yaygın bir inanışa göre her şey zamanında yapılınca bir anlama sahip olurdu. Demlenen bir demlik çay dahi, zamanında içilirse tadını verirdi. Yaşlı kadın, bu düşünceye artık inanmıyordu. Bu dünyada senelerdir var olmakla meşguldü ve onun da öğrendiği pek çok şey olmuştu. Herkes gibi çok mutlu olmuş, çok öfkelenmiş, çok sevmiş, çok üzülmüş, çok ağlamış ve çok gülmüştü. Hayatında bazı zamanlar olmuştu ve hep o zamandaki kişi olacağını sanmıştı. Hep liseye giden o kadın olamamıştı, arkasından üniversite macerası başlamıştı ve artık hep üniversiteye giden o kadın da değildi. Alıştığı her döneme veda etmek zorunda kalmıştı. Şimdi her şeyden elini eteğini çekmiş o kadındı ve bunun da bir gün biteceğini biliyordu. Yeni bir hayat açılacaktı onun için. Bu düşünce, onu artık korkutmuyordu. İnsan bir şeye nasıl bir anlam yüklerse onu öyle kabul ediyordu. Seneler önce, arkadaşlarıyla fidan dikerken toprağa dalıp gittiğini hatırlıyordu. Bir gün ölecek ve bedeni bu toprağa karışacaktı. Gömüleceği şeyle karşı karşıyaydı ve bu düşünce, onu korkutmuştu. Yanındaki arkadaşı ise beklemediği bir anda şu cümleyi kurmuştu, "Var olduğumuz şey bu, bizi yok edecek olan şey de. Şimdi biz bu toprağa yeni yeni fidanlar dikeceğiz. Toprak onlara sahip çıkacak, içine alacak ve büyütecek. Tıpkı bize yapacağı gibi." Yaşlı kadın, bakış açısının o gün değiştiğini hissetmişti. Artık topraktan, ölmekten ya da gömülmekten korkmuyordu. Toprağın ona sahip çıkacağını biliyordu.


Yaşlı kadın için bu dünya, başka dünyalara gidebilmek için bir araçtı. Tıpkı anne karnı gibi. Bu dünyada belki dokuz ay, belki dokuz yıl, belki doksan sene geçirecek, ardından bu dünya için ölümü, başka bir dünya içinse doğumu gerçekleşecekti. Bu düşünceye sıkı sıkı tutunuyordu. Seneler önce izlediği tiyatro oyunundan şöyle bir replik hatırlıyordu, "Hiçbir şeye benzemez biliyor musun, bir şeye inanmanın tadı." Belki düşüncesinde haksız çıkacaktı ama şimdilik bunu düşünmek istemiyordu. Bu dünyadan bir şeylere hâlâ inanıyor olarak gitmek istiyordu. Uzun bir süre inançsız yaşamıştı ve kendini ne kadar güvensiz hissettiğini hatırlıyordu. Düşündüğü tek şey koca bir hiçlikti.


Kaynayan suyun çıkardığı sesle daldığı köşeden bakışlarını çekti. Kaynayan suyla çayını demledikten sonra yerine oturdu. Pencereden görünen karşı dairenin balkonuna dikkatle bakmaya başladı. Karşı komşusu ipe biber asmış, kurutuyordu. Kim bilir ne zamandan beri biberler oradaydı. Yaşlı kadın, uzun zamandır orada olduklarını, biberlerin kızarmasından anlamıştı. Bir an, başka bir düşünceye daldı. Karşı komşusu biberi asmış ve kurutuyordu. Onun hayatında olup biten bu eylemi, o yeni görüyordu. Bazen başka birinin de hayatının olduğunu bilmek, ona kendini tuhaf hissettiriyordu. Onun haberi dahi olmayan bir sürü hayat geçip gidiyordu penceresinden. Bu düşünce en sık, araba yolculuklarında aklına düşüyordu. Onun önünden iki saniyede geçtiği bir sürü ev vardı. Onun için uzakta sadece bir ışıktı ama bambaşka bir hayattı da. Başkalarının evleri. Başkalarının hayatları.


Pencereden sarkarak aşağıya baktığında geçen sene kesilen çam ağacının bıraktığı boşluğa gözleri takıldı. O ağaç oradayken karşı evleri göremiyordu ve ağaç kesildikten sonra yaşlı kadının hayatı hemen hemen değişmişti. Artık ''başka insanlar'' fikri daha sık uğrar olmuştu kafasına. Acaba ağacı kesen bahçıvanın neye sebep olduğundan haberi var mıydı, diye düşündü. Bu düşünceyle de yeni tanışıyordu. İnsan dünyadaydı ve aslında hayatıyla bambaşka bir dünyaydı. Yaşlı kadın, demlenen çayını bardağa doldurup pencereye çıkarken bu düşünceyle tanıştığı için kendini şanslı sayıyordu. Adına dünya denen bu yerde her hayat, başka birinin hikayesi için yaratılmıştı. İnsan, istemeden ya da tamamen kendi seçimleriyle bir şeyler yapıyordu, belli olaylar meydana getiriyordu ve sonra, bir başkasının hikayesinde asla değişmeyecek olan o şeye, o olaya sebep oluyordu. Tıpkı ağacı kesen bahçıvanın neye sebep olduğunu, başka bir insanın hayatında neyi değiştirdiğini hiç bilemeyecek olması gibi.