Parmak uçlarımı nemli duvarın çıkıntılarında gezdirirken hangi ayda olduğumuzu tahmin etmeye çalışıyordum. Bir kıyı şehri sınırları içinde olduğumu biliyordum ve burada kış mevsimi şiddetli geçmezdi. İçerisi kimi zaman terletecek kadar sıcak olurken kimi zaman incecik örtümü boynuma kadar çekmeme sebep oluyordu. Belki ağustostayızdır. Belki de sonbaharın o tatlı esintili başlangıç günlerini yaşıyoruzdur.


Keşke zaman kavramımı yitirmeseydim. Buradan ne güneşin doğuşunu görebiliyordum ne de batışını. Sahi, saat kaçtı? Belki de gecenin ortasında uyanıvermişimdir, insanlar sıcacık yataklarında bilinçaltlarına hapsettikleri gizli tutkularıyla savaş verirken ben burada delirmişçesine kendi kendime konuşuyorumdur. Bu yüzden her şeyimi yemeğimin geliş saatlerine bağlamıştım. Eğer biraz daha doyurucu bir yemek verilirse bu akşam yemeğiydi. Eğer sadece kuru ekmek verilirse bu kahvaltı demekti. Fakat ne kadar uyuduğumu ve sonraki yemeğin ne zaman geleceğini bilmiyordum. Daha sonrasında karnımın beni bir şeyler yemem konusunda azarlamasıyla epeydir aç kaldığımın farkına vardım.


Sahi, saat kaçtı?


Her uyanışımdan sonra bu soruyu kendime sormak beni zihnen çok yoruyordu. Güneşin doğuşunu özlemiştim. Güneş ışınlarının tenimin üzerinde dans etmesini, gözlerimin ise güneşin doğuşunun yarattığı harika manzarayı kaydetmesini istiyordum.


Ama sonuç olarak yaşımı dahi hatırlayamıyordum. Zavallı.


Gıcırtılı ranzadan indim ve soğuk mermerin üstüne oturdum. İçimden ağlamak geliyordu. Hayal meyal hatırladığım bir şeyler vardı: Eğer ağlayacaksam hep sessizce ağlamam. Birinin beni duymasını, bana derdimi anlattırmalarını istemezdim. Birilerine bir şey açıklamak beni çok yoruyordu. Sanırım bu sefil yerin tek avantajı bu olsa gerek: Özgürce ağlayabilmek. Hıçkıra hıçkıra. Beni duyan kimse yok, umursayan da. Hayatım boyunca böyle biri olmak istedim. Toplumun dışına atılmış, umursanmayan biri. Kimse beni fark etmesin, adeta görünmez bir şekilde karışayım istiyordum insanların arasına. Dileğim yarı yarıya gerçekleşmişti. Artık fark edilmiyor ve umursanmıyordum ancak toplumun dışına en ağır şekilde atılmıştım.


En kötüsü ise burada intihar da edemiyordum. Bomboş ve küçük bir odaydı burası. İç boğucu, kasvetli bir ortam hakimdi. Kimi zaman çalışmayan, kalitesiz, titrek ışıklı, beyaz renkli bir ampul... Çalışmadığı zamanlar mutlu oluyordum, karanlıkta olmak hoşuma gidiyordu. Sanki bir hiçliğin ortasındaymışım ve her şeyden kurtulmuşum gibi hissettiriyordu. Sanki o karanlığın içinden biri gelip beni alacakmış, beraber gökyüzüne yükselecekmişiz gibi. Dünyaları, evrenleri aşıp başka bir boyuta seyahat edeceğiz ve ben bambaşka bir bedende yeniden doğacağım. Bu rutubet kokan yerden kurtulacağım.


Ama ışığı kendi irademle kapatamıyordum.


Birden zangır zangır titremeye başladım. Bu hissi sebepsizce sevmiştim. Vücuduma birkaç saniye aralıklarla hâkim olan bu titreme, ayak uçlarımdan başlayıp boynuma kadar devam ediyordu.


Uykum iyice açılmıştı. Öksürmeye başladım. Soğuk zeminde oturmak iyi değildi. Bu yüzden soğuk zeminden kalkmadım. Hatta pozisyonumu değiştirip sırt üstü yatmaya başladım. Tavanı seyrediyordum. Belki birkaç aydır sadece bunu yapıyordum. Düşüncelerimde bir yolculuğa çıkıyordum. Sonu olmayan bir yolculuktu bu. Düşünmeyi düşünüyordum. Bazen Tanrı’yı düşünüyordum. Bazen zulüm gören hayvanları, bazen ise zulmeden insanları. Bazen ölümü, bazen kimliğimi yitirişimi. Yalnızdım ama düşüncelerim vardı en azından. Düşünebiliyordum. Bazen çok düşünmek beni rahatsız ediyordu ama tek aktivitemdi bu.


Kimdim ben?


Belki birinin en sevdiği biriydim, belki birilerinin en büyük nefreti. Burada niye olduğumu bile hatırlayamıyorum. Belki yemeklere bir şey katıyorlardır. Paranoyaklaştım galiba, diye düşündüm. Deliriyordum. Zaten aksi mümkün olamazdı bu dört duvar arasında. Kahkaha attım, kulaklarıma geri döndü saliseler içinde. Çığlık attım sonrasında. Elimi yumruk yapıp duvarda sürtmeye başladım. Odada tur atarken ellerim duvarda dans ediyordu. Kanlar içinde. Elimi aniden çektim ve yaraya bakmadan yere çömeldim. Bir kan damlasıydı yerdeki. Damlaya eğildim ve dilimle değdirdim. Pek tadından bir şey anlamadığım için elimdeki yarayı emmeye başladım.


Kapı açıldı. Hemen kafamı çevirdim. Aynı kişiydi. Simsiyah giyimli, yüzünde siyah bir maske. Elinde bir ayna vardı, yavaşça çömelip yere bıraktı ve gitti. Aynaya korkarak yaklaştım fakat çok geçmeden hemen geri çekildim. Korkuyordum. Çok korkuyordum. Kendimi unutmuştum, kendi bedenim zihnimden silinmişti. Tanıdığım insanların yüzlerini unutmuştum. Dış dünyayı unutmuştum. Ağlamaya başladım. Duvarın köşesine dayandım ve yere tekrar çömeldim. Neden bir ayna getirdiklerine anlam verememiştim.


Yavaşça doğruldum ve duvardan destek alarak odanın kenarlarından aynaya bakmaya çalıştım. Biraz pis ve lekeliydi. Tavandaki rutubetleri net görebiliyordum yine de. Kendimi göremeyecek şekilde aynaya uzaktan eğildim. Sıkıca kavradım fakat aynanın yüzü hâlâ tavana dönüktü. Korkuyordum ama neyden korktuğumu bilmiyordum. Belki kendimle yüzleşmekten korkuyordum. Geçmişimle, önceden olduğum kişiyle. Belki de buraya içten içe bağlanmıştım. Bu sefil durumuma alışmıştım ve eski kendimi hatırlamak istemiyordum. Çünkü eğer hatırlarsam her şeyi, o zaman başka bir uğraşım kalmazdı.


Aynayı bıraktım. Yere doğru yolculuğunu anbean seyrettim. Odanın her köşesine camlar saçıldı. Küçük bir tanesi bacağımı kesti bile.


Büyükçe bir parçayı elime aldım. Dişlerimi sıktım. Çenem titremeye başladı, belki gerginlikten. Bunu gerçekten yapmak istiyor muydum?


Evet.


Cam parçasını o kadar sıkı kavramıştım ki köşeleri elime batmıştı. Birden zihnimdeki karar merciiyle tartışmayı bırakıp gerçekliğe döndüğümde acıdan çığlık attım. Fakat aynayı bırakmadım. Elime saplanan parçaları çıkarttım. Bu kadar psikolojik acıya katlandıysam buna da katlanırım, diye düşündüm. Derin bir nefes aldım. Bu nefesin bir önemi vardı. Çünkü bu son nefesim sayılırdı. Cam parçasıyla hızlı bir hareket yapıp boğazımı kestim. İnanılmaz bir acı hissediyordum. Kanlar fışkırmaya başladı boynumdan. İnanılmayacak derecede kan şelalesi akıyordu. Panikledim birden, elimle durdurmaya çalıştım. Dizlerimin üstüne düştüm. Ayna hâlâ elimdeydi. Kendime baktım. Her yer bulanıklaşıp kararmaya başladı. Yere yığılmıştım. Aynada gördüğüm şey ben olamazdım. O çirkin şey ben olamazdı. Ne oldu bana? Ne yaptılar? Neden?


Ayna katilimdi. Aynadaki bendim. Bunun farkına geç vardım. Kendimi öldürmüştüm.


Artık her şey karanlıktı. Bekledim. Birinin gelmesini, bana elini uzatmasını, beraber göklere yükselmemizi, evrenleri aşıp başka bir boyuta seyahat etmeyi, başka bir bedende yeniden doğmayı, bu rutubet kokan yerden kurtulmayı. Çok bekledim. Ama bir daha karanlık yerini asla aydınlığa bırakmadı. Ben yine de bekleyeceğim. Beni bu dört duvar arasında yaşatan şey umuttu. O umudu asla kaybetmeyeceğim. Cenin pozisyonu aldım. Ve bekledim.