Petersburg şehrinin kenar mahallesinde, pasaklı, küçük bir odada yaşayan, kırklı yaşlarda “Sekizinci Dereceden” bir memur. Hayal ettiği hayatın ve iflah olmaz duyguların kahramanı… Sefih, bohem, gururlu ve ince düşünceli… Hayatın her türlüsünü yaşama iradesi… İki kere ikinin dört etmeyecek ihtimalini varsayarak olgusal değerlerin ve toplumsal normların “masumiyetini” sorgulayıp bireyin bunlar karşısındaki acizliğini ifşa ederek “Kafka’nın Dönüşümüne” rehber olacaktır zamanla.

         Uygarlık; insanı ehlileştirip düşüncelerini ve duygularını çeşitlendirerek onları yanıltabilir. Yanıltabilir, çünkü insanlar, ortak değeri ve ortak çıkarı çoğu zaman ıskalayabiliyor. Yaşamımızı “matematikleştirerek” iyi insan olacağız düşüncesi “barbar” bir hayata kapı aralayacaktır belki de. Unutulmamalıdır ki Dosto, bu kapıyı yüzümüze müstehzi ve acınası bir tavırla kapatacaktır. Kapanan kapının ardından, nankör ve nankör sesleri işitilecektir.

Her ortama ayak uyduran, her şeyi kendine göre uyarlayan ve tüm bunları yaparken zeki olduğunu zanneden insan... Aslında sen, iradeni karanlıklara boğup kendini ‘iki kere iki dört ederin’ dileklerine bırakmışsındır.

          Derin tasavvurlarla ve aklın gücüyle yola çıkan insan, hedefe ulaşmayı değil de hedefin yolundan giderek refahın ve anlamın dayanılmaz hafifliğine kaptırır kendini. Yıkımın ve bozgunculuğun öncüsü olduğunun farkında bile olmaz. Karmaşık duyguların esir aldığı, sözde dürüstlük ve gerçeklikle boyanmış sırça köşklerimiz, bizi avutup bizlere sahte masallar fısıldar. Dolayısıyla tehlikeliyiz ve tehlikedeyiz.

Tehlike anında Dosto’nun ‘yer altı dünyasına’ sığının.

            Farklı olmaya kim dayanabilir ki? der yazar. Cesarete yamanmış korkaklık, umuda bulaşmış çaresizlik, özgürlüğe susamış esaret ve iyiliğe bela olmuş kötülük bizi ne derece “birey” yapar? Duyguların ve anlamsızlığın heyulasında yalnız ve üryan kalmış olan insanoğlu. Nesin sen ve ne istiyorsun?

            Yazar, hepimizde bir ‘subay’ takıntısının olması gerektiğini hatırlatır. Bu bizim sınavımız olacaktır. Eşitliğe kavuşmak için verilecek bir sınav. Çünkü bu subay, haksız bir gücü, adaletsiz bir iradeyi ve insan onurunu hiçe sayan bir varlığı temsil ediyor. Buna omuz atmak her şeyin ilacı, adaletin temsili olacaktır. İnsan olmanın ifadesi, subaya atılacak ‘omuzlarda’ barınır.

           Dostoyevski’nin dünyasında, özünün bilincine erişmiş, özgür ve yaratıcı varlık insandır. En büyük zindan insanın kendisidir. Zindanın en acımasız kilidi ise ziyana bulanmış duygulardır. Ve bu duyguların rengine bürünen insan… Hepimiz, Zverkov, Ferfiçkin, Simonov ve Trudolyubov olmaya adayız. Etrafımızda, mahallemizde, evimizde, işyerimizde bu gibi insanlarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Zindanımızı kırmadığımız sürece Dosto’nun bu ‘arkadaşlarına’ hayat vermiş olacağız. Zverkov’un mağruruna, Ferfiçkin’in budalaca gösteriş ve yüksekten atıp tutmalarına, Simonov’un gereksiz gururuna ve Trudolyubov’un aptallığına teslim olmuş oluruz. İnatçı, kararlı ve mücadeleci bir ruh bunlarla baş etmeli. Yazar, bu tarz insanlarla mücadelede uğrayacağı zararın en kötüsünü düşünmesine rağmen mücadeleden vazgeçmiyor. Onları esir alan, insana yakışmayan bu ucuz duygulara seslenmek istiyor. Haykırıyor, kahroluyor ve söyleniyor: “Zenginlik, güç, rütbe ve makam kör talihin sana verdiği hediyelerdir. Oysa iyi insanlık kişinin kendi erdemlerinin sonucudur.”

           Bütün bu olumsuzluklara rağmen Dosto’nun “Yer altı Dünyası”nda, saflık, Liza ve aşk vardır ayrıca.

“Sevmek; güzel birinde aşkı aramak değil. O kişide bilmediğin bir zamanın beklenmedik bir anında kendini bulmaktır” der. Aşkı ve acıyı bir arada yaşama hazzı… Ucuz bir mutluluk mu yoksa ruhu yücelten bir acı mı? Çelişkiler, varsayımlar, psikolojik tahliller, mutsuzluklar tüm ihtimaller eşlik ediyor bu aşk denen ilişkinin yoldaşlığına. Kendinden nefret etmek başka birini sevmeye engel olabiliyor çoğu zaman. Dosto’nun dünyası, sevmeye alışkın olmayan bir dünyadır. Oysa özlem duyulan şey ise; gerçek bir sevgi, çıkarsız bir aile ve sadakatli bir eştir. Gerçeğin ve hayalin kavgası baş gösterir bu dünyada. Sevgi, aşk ve mutluluk tüm kötülüklere bedel ödemeye meyilli. Dolayısıyla bunları elde etmek için ilkin harcamak ve harcanmak gerekiyor. Asıl o zaman hayatında bir şeyleri onarır ve bir şeyleri hak edersin. Örneğin mutlu olmak istiyorsan öncelikle mutsuzluğa kucak açmalısın. Ruhun acı çekip belli bir olgunluğa kavuştuğu vakit, asıl o zaman mutluluğun kıymetini bileceksin.

          Farklı bakış açıları, düşünceler ve sihirli sözcükler, Dosto’nun kaleminden dökülüp bize hayatın farklı yüzünü resmetmektedir. Kendi kurduğumuz aldatıcı dünyamızın kapısını aralayıp “Yer altı Dünyası”na yolculuk etmeliyiz. Çünkü gerçek ve ideal olan şey bu dünyada saklıdır. Saf, temiz ve yalansız bir dünya. Dosto, kendi dünyasından bizim dünyamıza sesleniyor:

 “Hepinizi bu işin içine katarak kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Ben, sizlerin yarım yamalak bıraktığı şeyleri sonuna kadar götürdüm. Sizler korkaklığınıza “ölçülü davranış” kılıfını geçirip onunla teselli buluyorsunuz. Şu halde, sizlerden daha gerçek bir hayat sürüyorum ben. Şöyle bir düşünün bakalım, bizler “canlı”nın nerede olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, nasıl ifade edildiğini bile bilmiyoruz.

Etiyle kemiğiyle gerçek bir insan olmak, bizim için o kadar zordur ki!.. Utanıyor, ayıp kabul ediyoruz bunu. “ortalama insan” denebilecek, belirsiz bir tip olmaya çalışıyoruz. Gerçekte bizlerin yaşadığını söylemek pek mümkün değil, uzun bir zamandan beri canlı olmayan babalardan meydana geliyoruz ve bunu zamanla da sevmeye başlıyoruz. Öyle ki, eğer başarabilsek, düşüncelerden doğmayı bile kabul ederiz…”