Öğle olmuş, batıya bakan evin pencerelerinden yakıcı yaz sıcağı evin içine dolmaya başlamıştı. Evin günlük rutinini her zamanki gibi yerine getirmiş; evi topla, yemeği hazırla, çamaşırları yıka, as, kurut, ütüle, yerlerine yerleştir, tozları al.
Üç çocuk büyütmüş; kızlar evlenmiş, kendi yaşamlarını kurmuşlar, kendi hayat meşgaleleriyle, uğraşlarıyla meşgullerdi.
O evde Orhan'la ve aksi, huysuz eşiyle baş başa kalmıştı. Kocası sürekli şikayet eden, hayatın zor olduğundan dem vuran, huysuz olduğu kadar da sevimli, şirin Ahmet amcaydı.
Orhan geç uyandığı için onu uyandırmamışlar, kahvaltılarını birlikte yapmışlardı. Ahmet amca kahvaltıdan sonra üzerine krem renk keten pantolonunu giymiş, üzerine lacivert kareli gömleğini geçirmiş; seyrelmiş, hafif kırlaşmış kestane rengi saçlarını cebinde taşıdığı küçük, sık tarakla taramıştı.
Korona'dan korunabilmek için bolca döktüğü, adeta yıkandığı kolonya kokuları arasında seslendi:
"Halime ben kahveye çıkıyorum, akşama almamı istediğin bir şey varsa telefondan yazarsın. Sen ne zaman çıkacaksın?"
Halime teyze yılgın bir ses tonuyla,
"On beşte benim randevum, on dört gibi çıkarız Orhan'la. Otobüs en uygun bu saatte var."
"Tamam," dedi Ahmet amca, "dikkat edin kendinize. Orhan'ın elini bırakma." deyip, kapıyı çekip gitti.
Halime teyzenin tansiyon rahatsızlığı vardı. Arada bir tansiyonu düşüyor, başı dönüyor, arada bir yükselip başı ağrıyor, boynuna kramplar giriyor, ilaçlarının değişmesi gerekiyordu.
Doktora gitmek çok zahmetli olmasa da Orhan'la gitmek ekstra zorluk yaratıyordu. Orhan down sendromluydu; kırk yaşındaydı, dile kolay kırk yıldır altı yaşında bir çocukla annesi nasıl ilgileniyorsa yemeği, beslenmesi, kişisel bakımı, gereksinimleri, öz bakımı tamamen Halime teyzenin sorumluluğundaydı. Altı yaşında çocuğu olan bir annenin çocuğu büyüyecekti, gelişecekti; aklı, mantığı işleyecek, kendini kurtaracak gelişim-devinim içerisinde olacaktı.
Ama Orhan hep aynıydı, yedi/yirmi dört Halime teyzenin gözünün üzerinde olması gerekiyordu.
Orhan'ın yattığı odaya geçti, kahvaltı için kaldırması gerekiyordu. Usulca yatağının kenarına oturup Orhan'ın kırışmaya başlamış alnını, boynundaki kırışmış derilerini seyrederken düşüncelere daldı. Kalbini ılık bir sevgi seli kapladı; zaman durmuş, sanki başka bir boyuta, başka bir aleme, bu dünyadan olmayan bir zaman dilimine Orhan'ın yüzüne bakarken geçmişti.
Annelik muhteşem bir duyguydu. Eliyle uyuyan oğlunun alnına düşen saçlarını geri ittirip alnını okşadı. Baş parmağını çekik gözlerinin etrafında gezdirip oradan yanaklarına indi. Nasıl güzeldi, masum melekler gibi uyuyordu. Burnunu sevip çenesinde parmağıyla gezindi.
Orhan'ın varlığından yayılan koşulsuz masum sevgisini tüm hücrelerinde hissetti. Zordu Orhan'la uğraşmak, hem de çok zordu, yorucuydu, boğucuydu. Kendini mutlu edecek bir uğraşı yoktu. Umarsız, gamsız, avare bir anı olduğunu hatırlamıyordu. Eğlenmenin, kahkahayla katıla katıla gülmenin, neşelenmenin nasıl bir duygu olduğunu unutmuştu. Konu komşuyla, akrabalarıyla ilişkileri başkaları gibi değildi. Orhan'ın varlığından bir şekilde rahatsız oluyorlar, herkesin evine gidemiyordu.
Orhan'la uğraşabilmek için güce kuvvete ihtiyacım var düşüncesiyle ihtiyacından fazla beslenmiş, gereksiz yere aldığı kilolarla zarafetini kaybetmişti.
Nadiren de olsa katıldığı ev gezmelerinde bahsedilen hayat hikayeleri, tanıdıkların yaşamları geldi aklına. Orhan'la aynı yaşlarda olup, zihinsel veya bedensel engeli olmayıp hayatının en değerli varlığı olması gereken ailesi, çocukları, karısına her türlü şiddet türünü uygulayarak, insanlık dışı muameleye maruz bırakarak, her türlü maddi manevi mağduriyeti yaşatarak ve tüm bunları erkeklik nişanesi olarak algılayan, hiçbir suçluluk duygusu taşımayan, öz eleştiri yapma gereği bile duymayanları düşündü.
Evet, Orhan down sendromluydu, zihinsel engelliydi, her şeyi akıl edemiyordu, düşünemiyordu, kendi yaşamını idame ettiremiyordu. Ama bazıları gibi vicdan engelli değildi, kalp engelli değildi, akıl engelli değildi, sevgi engelli değildi.
Televizyondaki haberlerde sürekli duyduğu kadın cinayeti haberleri geldi aklına. Çocuklarının annesine saygı duymayı öğrenememiş, öğretilmemiş; evliliği sevginin kaynağı olarak göremeyen, onun yerine gücünü ispatlayabileceği komplekslerinden arınma mecrası olarak gören caniler geldi aklına.
Çocuklarına ömür boyu yaşayacakları bir utanç; dağılmış, paramparça olmuş bir ruh, güvensizlik hissi yaşatıp ömür boyu acı çekecek, ağrıyacak bir kalple baş başa bırakan, Hitler'den bile zalim, acımasız, vicdansız caniler geldi aklına.
Orhan'ın yanağını okşarken bir şeyden emin oldu:
ORHAN ENGELLİ DEĞİLDİ.