İnceliğin, avurtlarında koca bir mıhken nasıl da gülüyorsun..



Kim olduğunu bilemiyorum senin, bulamıyorum..

Kim olmadığını biliyorum, kim olmadığın en canlı, en keskin rengim benim, biliyorum.

Yani aramak mı desem nasıl getirsem adını.. Bilemediğim bıçaklarla dolu o boş anlatı pazarından, bu elleri soğuk ve voltasız avlularda baktığım suratlardan yalnızca ve yanlışça senin kim olmadığın kalıyor payıma.



Kim olmadığını biliyorum cezasız kalan her iyilikte, kim olmadığını öğreniyorum içimin sararan köşelerinde, arda kalan dalgın her bakışta, evet. Safça, inanmak istediğim her yüzde senin kim olmadığını öğreniyorum, kim olduğun hakkında yirmi beş dakikalık şu duraklıkta pek bir şey toplayamasam da kim olmadığın hakkında ne çok yük var sırtımda...



Terlemiş kalabalık göğsünün sol yanında bir at kestanesi, evet, o sokaktan inerken bulduğun hani. Sağ yanında ise bir kırık oyuncak silüeti. Doğmamış hangi kız çocuğuna ait bilemiyorsun, bir acı buğusu sızıyor her nefesinde, adımların ateşîn ve donuk.. Nasıl desem.. Sanki o çocuk, o sokak.. Ve sen uzaklarla körebesin. Tam yakalayacakken soldaki diken tökezletiyor seni. Bir acı buğusu, ağrılardan bayıltan rengarenk bir çelenk burnunun tam direğine duruyor...

Simsiyah, nasılsa, yine...



Yüzünü unuttum çoktan, hiç bilemediğim ve çukurlarını çalışamadığım o yüzü..

Kokusu kalır en sona diyorlar her şeyin. Ben ilk kokunu verdim, kokun eksildi yağmurlar sonrası.. İlk. Cebimde, bir daha duymadığım, eksik bi'kaç sesin. Sesin.. Senin sesin..

Sen kimsin bilmiyorum dedim ya, kim olmadığın ise bende hey hey...


Ustasıyım seni tanıyamamanın, ben çektim seni bilememenin sırrını aynalara, öğretisi bende kim olmadığının..

Duvarlarda adım yazmaz. Bulmanın seni; zırcahili,

Olmamanı kuşatan cihanın yorgun allâmesi ben.

Merhaba.



Sesini çok sevdiğimi ânımsıyorum, bilmem ner'den esti. Sormuyorum. Kokunu duymuyorum.

-Simsiyah..-

Uzaklardan bahsetti şair de ben, yağmur sonrası akşamlarıysa bir de

'senin durmadığın yakına da yakın diyemiyorum'..



Bilmeye adım atmasını beklediğin zamanlar da olmuştu, âh canım benim.. Biz hangi sokakta yürüdük, hangi sobanın tutsak aleviyken ormanlar çekti canımız.. Üstümüzde kestane, kaç tane?



Kaç hadi. Tam sırası firarın. Aklın, bilmenin, selâmın, hatrın ve her defasında çelmeleyen, tökezleten o inanışın; insan sandıkların yanından... Bir yangının kazanacağı ormanların hangisinde kaldı gözün.. Önemi yok. İkna ettiler seni de. Yanlışları, kirleri, siyahları ve kaçtığın muhasebeli çürümüşlükleri berisinde... Hepsinden; hepsi ve her şeyleri adına, kaçman gerektiği elinde tek kalan oldu. Seni ufalayansa -bu hengâmede- aradığın beyzanın, soluyamadığın mavisiz grilikte sensiz kalma ihtimali(ydi).



Geçti artık diyerek bastırıyorsun tuzuna.. İnceliğin avurtlarına koca bir mıhken nasıl da gülüyorsun.. Avuçlarından, kan sözleri kusan o inceliğini nasıl bırakıyorsun kızıl Rosa'ya..

Ne Golgota ne Hira da teskinsin..

Tuva'ya firarın tam vakti, duyuyorsun işte, kaçıyorsun o peltek çocukla..



Âh bırakabilsem dudağımdan avuçlarına, bu incir dalının nasıl üşüdüğünü.. Ben, senin kim olmadığını sayıklayıp ezberlerken her yüzde, bulamayacağım sanırım baharları.. Ama- belki sen, belki sesin...



Tut beni, kentine yağmurlara götür diye avazım kaçtığı kadar susuyorum artık, yalazım çıktığı kadar yangınım sonra...



Tanı. Ellerim kesik, sayfalarım buğu, -duyumsat kendini her şeyinle, karışmak değilse ne beklenen..- işte dudağımın kenarında bir incir filizi, tanımadığım dalının, en ince yerinden. Yazmaktan d'üşüyorum ağırca, soranım yok, solanım çok, sol yanım horlanan..

Kalemim kayıyor, -elim bir son- ömrümün harflerinden...





Duyuyor musun adımlarımızı, kaçıyoruz o peltek çocukla...













Mirza Şâmil.

24Ocak'24





.