İçine çektiği dumanla nefes alıp verdi. Soğuğun dumanıyla sigaranın dumanı yaraşamadı. Uzaktan bakılınca seçilemiyordu. Ama uzaktan bakılınca şehrin günahının griliği göze çarpıyordu. Detayların günahı, uzaktan bakan pencerenin her santimetresinde. Bu karmaşık, paha biçmesi kolay bir tuvaldi. Herkes varlığına sebep arıyormuşçasına koşuyordu. Onların gözleri kahverenginin gri tonuydu.
Dumanın rengi yetmişti, şehri ayrıştırmaya; karışmayan iki dumanın rengi. Dumanın grisinden beriye kaçıyordu herkes. Kimisi kendi içindeki romantik kırmızıya, kimisi ilahi gök mavisine, kimisi de kendinden bile kaçıp meta insanın yeşiline sığınıyordu.
Duman yetmişti insanları kaçırmaya, gittikçe yükselen duman. Fezanın grisinin ötesindeki ışıklar umutlandırıyordu, magmanın sıcağını cehennemden beridir bilen insanları. Dağın karını beyazlatan insanlar dağın grisini es geçemedi. Araf’a giden köprüyü parlatmaktan fazlası değildi bu görmezden gelme. Kendine yansımadan aşık olan Narkissos’tan farksız değildi. Dağı kendi için yaratmış sananların aykırısı değil.
Dumanın yükselişi yetmişti insanlara gerçeği göstermeye, gölgede saklanan dumanın yükselişi. Ten renginin griye dönüşmesini konu alan bir hayat kesitinin günahları insanları, insanları yıkıyordu. El uzatanın günahından kendi, el uzatmayanın günahından herkesin boğulduğu cehennemdeki günah verenin saçındaki gri. Yaratmayı, can vermeyi halt sananların “günahları”nın ayak izlerindeki sıcaklık; onların var olduklarını ikna etme biçimlerimdeki esnekliğin utancıydı.
Dumanın kayboluşu yetmişti önlerine bakmaları için, atmosferden fazla uzaklaşamayan dumanın insanda kayboluşu...