Artık bana çok tanıdık hislere yabancılaşıyorum. Küçücük bir his kırıntısının peşindeyim. O da arkamdan bana bakıyor belli ki. Belki de boşuna bakıyor. Ölüyorum. Bu şaşırtıcı bir şey mi? Hastalanarak ölüyorum, ölümü bekleyerek ölüyorum. Saçma. Zaten ölümü bekleyerek ölmüyor muyuz? Zaten peşinde değil miyiz ölümün? Ölmemek umuduyla yaşayan yüreğim ölümcül hastalık ha-beriyle sarsılmıştı, şimdi ölüm çok daha yakındı. Sanki öncesinde uzakmış gibi.

İnanın ki yaşadığını fark ederek yaşamayan insan ölümün yakınlığını hissederek yaşamaya mahkûm ediliyor. Galiba ceza ke-siliyor bize. “Ne yaptın ki sağlığınla yaşarken? Ne yaptın ki?”

Bir şey yapmamanın cezası ölümün soğukluğunun kalbime yayılmasıydı. Kara kuru bir adamım. Ama cansız değilim. Hareket etme kabiliyetim o kadar fazlaca değil. Yoğrulamıyorum hayatın içinde. Nefesim yetmiyor. Gözümün önünde yere yığılan annemden beri nefeslerimi sanki yarım alıyorum. Şimdi ciğerimin hasta olması bana yük olan genç çocukluğumdan kalma.

Annesinin en sevdiği masa örtüsüne bir şeyler döken çocuğun korkusu veyahut babasının henüz okumadığı gazetesinin sayfalarını önden çevirip ona yakalanma heyecanı duyan çocuğun telaşı... Hiçbiri kadar masum ve ufacık olamadı kaygılarım. Yeşilin kucağında, şehirlerden çok uzakta, yoksulluğa çok yakın kara lastiğe sevindiğim o günler. Babam ölmüştü. Onu hiç hatırlamıyorum. İnsan kaç yaşlarını hatırlamaz? Kaç yaşlarına kadar hafızası yeni-den yenilenecek bir güneş gibidir? Gölge gibi çocukluk görüntüleri hatırlıyorum. Uzun boylu, kocaman elli bir adam... Sanıyorum ki o eller saçımı okşuyordu. Saçımda arada bir hissettiğim rüzgâr değmiş gibi uçucu şefkat, hatırlayamadığım babamdan yadigâr olacaktı ya da ben kendimi öyle avutuyordum. Babamın ölümü çok konuşulur. Herkes başka şekilde anlatır. Olaylı bir ölümdü belli ki. En çok duyduğum, kestane ağacından yapılma evin su alan damından demir çubuklu çitlere düşüp orada kaldığıydı. Gözüm acıyı canlandırmak ister. Kimi zaman babamı o çaresizlikte cansız haliyle hayal ederim.

Annem... Belki bu acı dolu yaşanmışlık belki yokluk, yokluk- tan çok çaresiz aynılık onu fedakâr anneden, bütün dillerde ayıplanan kendinden daha aşağılık gönüllerin bakışlarında küçümsenen bir kadın haline getirmişti. Artık tek kıymetli eşyamız, başımızı ör- ten kestane ağacının tahtalarıyla yapılmış çatımızdı. Annem yanımızdan kalkıp gittiğinde tam on üç yaşındaydım. Gün ağarmadan geri döndüğünde ise son adımını evimizin içinde atmak istercesine gayretli, son bakışı gözlerimde olsun istercesine gayretli ama tükenen son gücüyle gözümün önünde yığılıp kaldı. Uyanacağını düşündüm. Uyanmadı. Annem gitti. Yaşadığımız sonsuz yeşilin içindeki siyah beyaz dünyada beni bırakarak gitti. Herkes gitmiş gibiydi. Annem gidince herkes gitti. Oda kadar dünyamın içine sığan hayallerle beraberdim. Yemyeşil dünya benim için siyah ve beyaz. Fark eder mi yaşadığımız yer, içimizde yaşattıklarımız acı dolu anılardan ibaretse?

Zaman yalnızlıkla geçerken kimseye hiçbir şey sormadım. An- nem, ürkek adımlarıyla o gece nereye gitmişti, sabah vakti kana bulanan karnı, beyaz yüzüne yol olan alın teriyle zor adımlarla geldiği evimizde önüme yığılmasının sebebi kimdi? “Bunların önemi neydi? Bilecektim ve ne olacaktı?” dedim kendime. Çabalamadım bulmak için... Artık bilsem de bilmesem de ne sabahlara doğan güneş ısıtacaktı içimi ne de tam bir nefes alabilecektim. Çıktım, gittim. Kötü biri olmak için gitmiştim. Gücüm ve nefesim sonrasında hevesim yetmedi kötü olmaya. Dünyaya hevesini kaybetmiş bütün beklemelerinden sonra bir türlü içinde filizlenecek yeni bir gaye bulamamış bir insanın olabileceği tek şey oldum: sessiz.

Zaman sessizlikle geçerken ilk kez yarım bir tebessüm dudağıma çocukluktan çıkıp genç bir adam olduğumda evlenmem için tanıştırdıkları Zehra’yı görünce yerleşmişti. Zehra, bulutlarla kapanmış bir gökyüzü kadar beyaz yüzünde mavi gözlerini saklıyordu âdeta. Dediklerine göre “pek anlamayan” bu güzel kadınla uzun zamanlar paylaştık. Belki gerçekten pek anlamıyordu, onun için yanımdaydı. Belki de herkesten çok beni anlayıp dünyayı anlamadığı için o muhteşem, o anlayışlı sessizliğiyle yanımdaydı. Kaçan hevesimle gelen sessizliği bölüşüyorduk.

Çalıştığım bir fırın var. Hakkını aramıyorsun dedikleri. Tam yirmi yıl aynı fırında, un tozunda, sıcağın yüzümdeki tatlı yorgunluğunda ekmek yaptım. Sesim çıkmadı. Zehra da bir şey istemiyordu. Bir ekmek yetiyordu ona belki. Çocuğumuz hiç olmadı, biz birbirimize yetiyorduk belki. Bir varlık gibi kendini gösteremeyen bu dünyadaki hafif halim bize hep yük oldu. Sesim çıkmıyordu sesim. Bağırayım diyordum mesela, adam olayım, korksunlar benden. “Bağırınca mı adam oluyorduk?” diyordum sonra. Beni insandan saymamalarına sebebiyet veren bu sessizliğim miydi? “Konuşunca mı insan oluyorduk?” Ben hayatta neye bağırabilirdim ki artık? Hiç hatırlamadığım babam, gözümün önünde yığılıp ölen annem... O zaman, kafamı kaldırıp bağırdım mı bana bu oyunu sormadan oynatan büyük patrona? Yok. Peki, şimdi neye bağıracaktım?

Bir gün öksürdüm. Bir kadına sarılmıştım. Dünyaya sarılamadığım gibi, acıya sarılamadığım gibi, anneme sarılamadığım gibi bir kadına sarılmıştım. Anlıyordu beni ya da o insanların, diğerlerinin dediği gibi anlamıyordu hiçbir şeyi. Kapıdan varlığımla çıktım. Öksürdüm. Ekmeği yaparken öksürdüm. Başka zaman öksürsem ya, ciğerim dökülse kimse dönüp bakmazdı. İş için sağlam olmalıydım. Doktoru vardı, sigortası vardı. Kendi varlığınızın, bir işe yaradığınız için kıymetli olduğunu düşünsenize. Onun gibi işte.

Öksürdüm... Çok uzamadı, kısa da kalmadı. Akciğerim hırıltılı, delik deşik, bir başkaymış, yapısı böyleymiş. Kim bilir, hiç görmediğim babamdan ya da varlığı görülen tatlı bir rüya gibi uçucu olan anamdan almışım o yapıyı.

Geç kalmışım. Sigarayı içmeseymişim. Unu solumasaymışım. Yapacak ne varmış? Yapacak bir şey yokmuş.

Varlığım işe yaramıyordu. İşe yaramayınca kıymetsiz oluyordu. Ölecektim belli ki. Yarım nefeslerim hayatın renksizliğinden değilmiş belli ki.

Ya şimdi ne olacak? Bana çok tanıdık hislere yabancılaşıyorum. İşe hafif adımlarla gitmeye yabancılaşıyorum. Güneşin altın- da uyuyakalan hayvanın mayışıklığı, bedenimden ölümün daha yakında olduğunu öğrendiğim andan itibaren gitti. Para kıymetli olmadıysa da parayla göreceğim yerler kıymetli oldu. Parayı verip almaya kıyamadığım sivri burun ayakkabılar kıymetli oldu. Usul usul sevdiğim kadının gözleri kıymetli oldu. Ölmeye yakın, ölmeye yakın dünya kıymetli oldu. Sesim çıkıyor, bağırıyorum. Adam oluyorum, dünya adamı oluyorum. Ölüyorum. Bu belki son nefesim. Odaya Zehra yine aynı yavaşlıkta girecek. Sonra haykıracak, belki üzerime kapanacak. Dünya adamı oluyorum, bağırsam sesim çıkar. Annemin hesabını sorabilirim, babamın ölüm hikâyesini anlatanlara bağırabilirim, çocuklarım olabilir. Bir araba alırım belki. Fırını bırakırım. Zehra’yı daha çok severim. Ona nasıl anlamlar yüklediğimi anlatırım.

“Sen olmasaydın tek başıma sessizdim. Seninle beraber daha kuvvetli sessizim. Artık bağıralım,” derdim. “Sesimiz çıksın. Sen anlamadıklarını bağır; ben insanların anlattıklarına, öğrettiklerine, gösterdiklerine bağırayım.” Böyle değil, böyle yaşamak değil diyeyim. Sizin istediğiniz gibi değil diyeyim, benim istediğim gibi. Benim ve bulut beyazı yüzüne, gökyüzü mavisi gözlerini saklayan sevgilimin istediği gibi olacak hayat diyeyim.

Tamam, işte! İşte bu son nefesim. Annem öldükten beri yarım aldığım nefesin tamamlanmasından anladım. Dünya adamı oluyorum.

Ölüyorum, yaşama isteğiyle...


( Pencere Kenarındaki Öyküler)