Eylülleri, kasımları değil, artık hiçbir ayı, mevsimi sevemez oldum. Yetmişlerin sonuna gelmiş, ölümü hisseden ama yaşamın biteceğine de inanmak istemeyen insanlar gibiyim. Toprağın altında veya üstünde olmak... Tüm mevzu, tüm kargaşa, bunca yenilmişlik, bunca acı, bu yaşamak denen yerin kısacık özeti... Düşünüyorum bazen. Bazen fazla geliyor bunu bilmek. Yirmili yaşların henüz başında iken iki tarafta da bulunmanın hiçbir önem arz etmediğini... Renkli fotoğraf karelerinde bulunmamanın verdiği hüzün, kareli örtülerde piknik yapmanın verdiği o hoşnutsuzluk ve en kötüsü de artık sahil kenarındaki salıncaklara sırtımı döndüğümde hayatın yığınca verdiği o nedametler ve bunların hepsinin yerini alan koca bir hiçlik...

“Hiç” anında biri sorar ya hani böyle, tam uzak diyarların uzak insanlarıyla koyu bir sohbete dalmışken “Ne düşünüyorsun?” diye. Kollarını birleştirip şu cümleyi kurarsın ya hani, “Hiiiççç.”

İşte o zaman küçük bir çocuk oluyorum. Mızmız ve huysuz bir çocuk. Hep öyle kalsam diyorum. Büyümenin verdiği o dayanılmaz güdüler günden güne kör ediyordu çünkü bu hiçliği. İnanabiliyor musunuz, hiçliğim bile büyümeye karşı koyamıyordu. Karşı koyamıyorduk buna. İsteksiz bulunduğumuz ortamlara, en yakın arkadaşımız daha iyi hissetsin diye egosunu pohpohlamaya, ailemize hayır demeye, hakkımızda bizden çok fikri olan insanlara, yolda yürürken ya da bir yerlerde otururken kendimizin nasıl hissettiğinden çok başkalarının düşüncelerine, “Aman şimdi ne derler?” ile başlayan ve zincirleme bir kaza olarak devam eden o ahmaklık dolu şeylere karşı koyamıyorduk. Şimdi diyeceksiniz ki “Bu yazı nereye gidiyor?” Biliyor musunuz, ben bunu sizi asla düşünmeden yazıyorum. Ne diyeceğinizden habersiz ve ilk defa kendime, kendi içimde, kuytu köşede kalmışlıklarımla yazıyorum. Hepimiz gibi ben de sıkıldım. Bu yüzyıldan, bu döngüden, duygusuzluktan ve şişirilmiş, samimiyetsiz diyaloglardan… Yorgunum. Senin adına da yorgunum, sizin adınıza da. Bir zamanlar dünya öyle büyük bir yerdi ki benim için, o kadar ulaşılmaz... Evrende bir karıncaydım. Görmem gereken, öğrenmem gereken yığınla bilgi ve yer vardı. Hevesliydim. Umutlarım, hayallerim çok güzeldi. Bazen aynanın karşısında saatlerce kendimi o hayallerde düşünür, yüzümde asla silinmeyecek bir tebessümle gezer dururdum evin içinde. Bunları kaybettiğimi anladığımda dolaba saklandım. Çünkü yeşerdiğim zamanlarda dolabın içine sığardım. Dallarımı her fırtınadan korurdu o dolap sanki. Kocamış bir ağaç olarak yine sığındım o dolaba işte. Bilmem kaç saat belki durmuşumdur. Hiç aklımdan çıkmayan o dünyayı düşündüm, biliyor musunuz? Hani şu koskooocaaa olan, erişemediğim rafta duran... Dünya benmişim. Ben ne kadarsam o da o kadarmış. Bak mesela kendine, ne kadarsın? Ortalama okuduğun kitaplar, gezdiğin birkaç şehir, belki ülke, güldüğün birkaç fotoğraf... Dünyalarımız ne kadar benziyor değil mi? Ahhh insanlar, ah küçük dünyacıklar. Birbirinden ders almayan, hep aynı hataları tekrarlayan, kısır döngünün içinde kendi kendini yiyen ouroboroslar gibi. Ne akıllanmaz!