Üstüne gelen duvarların taarruzundan kaçmak için son bir umutla dışarı atmıştı kendini Avel Sait. Bu huzursuzluk hali, konan OKB teşhisinden mi yoksa psikoloğundan daha yetkin karakter tahlili yapan anormallerle çevrili çevresinin ona isnat ettiği avel sıfatından mı mütevellitti, bilmiyordu bunu. Yürüyordu, kulağına takılı çalışmayan kulaklıklardan, çalmayan gaipten sesler korosunun şarkısına eşlik ederek. Elindeki boş poşetten alamıyordu gözlerini, ellerini dolduran ve şu an içi boşalmış bu poşetten.


Kendini bildi bileli sakattan tutturmuştu yolu, doğru ve yanlış, yalnızca bir kavramdan ibaretti onun için. Doğru olmayı hiç umursamamıştı, en az yanlışı iplemeyişi kadar. Bir araba camına ilişti gözü, tam seçemese de yazıları okudu yine de. Cümle sonunda ''yanlış yoldasın'' yazıyordu. Bu cümle üzerine biraz kafa yordu Sait. Henüz lise sıralarındayken karaladığı satırlar geldi aklına, hafızası o denli kuvvetliydi ki Sait’in, 10 yıl önceki şiirini kelimesi kelimesine okurdu sana. O satırları tekrar etti içinden, doğru ve yanlışa yönelik o malum satırları. ”Doğru ya da yanlış sadece çizilen yollardan gidenler içindir, benim gibi kendi kaderini tayin edenler için değil. Yolun sonunu sadece yolda olanlar merak eder, benim gibi yoldan çıkanlar değil. Biz yoldan çıkmışlar, şerit ihlali yapar yahut şarampole yuvarlanırız son sürat. Telaşa mahal yoktur bizler için. Zira en iyi netice bitkisel hayata açılan bir çift göz olacaktır. Kendi şeridinden sapmadan direksiyon sallayan usul koyunlar yolun gidişatına dair bir tavsiye istiyorlarsa eğer, zamanında birkaç satır düşmüş onlar için biri, 'yanlış yolda gitmek doğru yolda beklemekten iyidir' diyerek.” Böylece kapattı araba arkası yazı faslını Sait. Çünkü doğru olmaya ayıracak zamanı yoktu. Zaman akıyor ve tüm etkenler onu yanlışa sevk etmek için kuyrukta bekliyordu. Doğru olmak faturaları ödemiyordu, doğru olmak SGK’da sıraya girmiyordu sigorta primini ödemek için, doğru olmak bile doğruyu yaptırmıyordu esasında insana. Zira sen doğru olmak için milletin doğrularına tabi olmak durumunda kalıyordun ki bu doğru olma yolunda yapabileceğin en büyük yanlıştı. Doğruydu, yanlıştı diye düşünmeye devam ederken doğruca yürümeyi de ihmal etmiyordu Sait. Yol doğru muydu yanlış mıydı mühim değildi, mühim olan doğruca yürümesiydi Sait’in.


Bir gölün etrafında geziniyordu doğru ve yanlıştan bağışık, derken yerde boylu boyuna uzanmış ufaktan iki karaltı belirdi. Telefonun fenerini açtı ve koşarak karaltılara doğru gitti. Işığı tutunca hafızasının bu denli kuvvetli olmasına bir kez daha isyan etti. Çünkü tanımıştı bu iki cesedi Sait. Bunlar devamlı müşterileri olan Sermet ve Resul’den başkası değildi. Kofti Cemal'le az yemlememişlerdi bu hergeleleri. Üzülmüştü Sait ama neye, iki canın gitmesine mi, müşteri kaybına mı? Bu ikilemi kendi dahi çözememişti. Üstünde narkotiği alarma geçirecek bir şey olmadığından emin olduktan sonra polisi aradı Avel Sait. Hemen bir ekip damladı olay mahalline, öyle demişti telsizden anons geçen memur, olay mahalli. Ne olay mahallisi, dedi kendi kendine Sait, bu ikisinin yaşarken bir olayı yoktu ki ölümleri bir olay olsun. Sarı bir şerit çektiler akabinde. ''Görgü tanığı'' dendi Sait için oysa Sait bu sıfatı da benimseyemedi bir türlü.


Sermet ve Resul adına tanık olduğu tek olay bu iki gencin kendilerini zehirlemeye yönelik iflah olmaz hevesleriydi. Yaşamayı pek de kale alan tipler değillerdi üstelik. Bu çıkarımı da yaklaşık iki ay kadar önce aynasını çiğneyerek intihar eden Rennan adlı ahbaplarından yola çıkarak yapmıştı. Rennan da sağlam müşterilerindendi, köşesine gelmesine alışıktı ama gelişine bir türlü alışamamıştı Rennan’ın. Sanki her seferinde farklı bir karaktere bürünmüş bir Rennan geliyordu Sait’in köşesine. Sait ile birlikte iş tutan iki kişi daha vardı, Kofti Cemal ve Topal Rüştü. Ama Rennan inatla Sait’i bulurdu. Pek hazzetmezdi Sait Rennan’dan ama müşteriyi geri çevirmek de olmazdı; hem zam olmuş, eksik çıkmış, otuydu çöpüydü aldırmazdı Rennan. Hakkını aramayan müşteriye de her türlü eyvallahı vardı Sait’in. Üç dört yıl kadar eyvallah demişti Rennan’a, sonrasında Rennan eyvallah etmişti başta kendi olmak üzere Sait’in de dâhil olduğu mahlûklar listesine. Şimdi Rennan ile ettiği kelamları düşünüyordu Sait. Ayağı alışsın diye ettiği hoşbeşlerin işlevsizliğini. Rennan’da çalışmayan o güler yüzünü. Kısacası yalakalığını boşa çıkaran ilk insandı Rennan.


Gerçi şimdi emniyetin mavi kaplı koltuklarında Rennan’ı düşünmenin ne yeri ne de zamanıydı, birazdan yazılı ifadesini vermek için ona sesleneceklerdi çünkü. Hiç hazzetmiyordu bu kokudan Sait. Buram buram suç kokuyordu bu koridor. Bağırış çağırışlar, kavga ve arbedeler günlük rutinlerindendi buranın. Gürültüyü sevmezdi Sait. Bugüne kadar da hiç sevmemişti. Kendi gürültüsüne bile katlanamazdı. Hayatı boyunca sesini yükselttiği bir elin parmağını geçmezdi.


Rennan’ı sevmeme nedeni de buydu zannımca. Bağırarak konuşurdu Rennan, kahkahasız gülemez, her kusuşunda da mütemadiyen böğürürdü, yürüyen bir çığlık gibiydi adeta. Neyse ki bir ses daha eksilmişti listeden, geçici de olsa bir sükûnete mahkûm kalmıştı Sait, Rennan’ın cansız bedeni adli tıpa götürülürken. O zaman tanık falan da değildi, sadece haberdardı Rennan’ın gidişinden. Ondan dolayı da rahattı kafası o sıralar. Şimdi ise elindeki tükenmez kalemi sandalye ve boğazına saplama konusunda bir paradoksun içinde cebelleşiyordu. Bu tanıklığın vermiş olduğu farkındalık iliklerine dek ürpertiyordu onu. Ve yine bir kelimeye takılmıştı: farklılık. Bir kez daha aklına gelmişti eski karalamaları. Şöyle diyordu not defterinde Sait, “Farkında olmanın farklılığını yaşıyorum. 80 milyonda bir görülen bu vaka beni pek de farklı hissettirmiyor. Zira herkesten farklı olduğum aynı sabahlardan birine uyanıyorum. Bir vebalıymışım gibi benden kaçma telaşında ahali. Bunu anlayışla karşılıyorum. Çünkü gerçekleri kaldırabilecek durumda değil hiçbiri, sabah kalktıklarında fondötensiz suratlarına bakmaya korkan bir güruh onlar. Bense manzaramdaki simsiyah katmanlı duvardan daha fazla boyalı yüzlerine, hortum tutup rujlarını, pudralarını akıtarak lavaboyu tıkama gayretindeyim.” Ezberinden okuduğu bu satırlarla bir kere daha haklı olduğuna inandı Avel. Ve birden lakabı ''avel''i düşündü. Ve yine birden kavradı kendine neden avel dendiğini, zira kendi yazıp kendi oynuyordu. Sürekli bir sinir harbiyle mücadele içinde oluyordu sistemle. Ve bu senaryonun içinde sürekli olarak haklı çıkıyordu. Üstüne üstlük bu senaryoyu gerçeklerden ayırt edemiyordu Sait. Şu bulunduğu an yaşanıyor muydu acaba, sahiden tanımış mıydı Rennan’ı, gerçekten ifade vermek üzere mi bekliyordu şu an bu koridorda. Acaba hiç mal satmış mıydı, sattıysa günlük ortalama hâsılatı bilirdi Sait ama aklında lise karalamaları dışında bir şey yoktu Sait’in. Ne kadar zorlasa da kendini hatırladığı birkaç satırdan daha fazlası değildi. Düşünmemeye karar verdi en nihayetinde Sait.


Görevlilerin kendi aralarındaki fısıldaşmalarını duyuyor ama katiyen anlam veremiyordu. Görevli, müdürün telefonunu cepleyip kaçan bir şahıstan söz ediyordu. ''En azından sağ salim bulduk da başımıza bela olmadı namussuz'' diyordu. Sonra Sait gömleğini ters giydiğini fark etti. Tam değiştirmeye karar vermişti ki iki tane izbandut girdi kollarına ve sedyeye yatırdılar Sait’i. Olan bitene anlam vermeye uğraşıyordu. Sedye üzerinde debelenirken bayıltmaya karar verdiler Sait’i. Bayılmadan önce okuduğu son tabela “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi” idi.