-Biliyor musun babaanne, başımı kaldırıp göğü göz bebeklerime doldurabiliyorum ama yine de kendimi özgür hissetmiyorum ben.

                                     

Kendisiyle hiç tanışmadığım bu kadının mezarı başında çocuklar gibi ağlamaya başladım. Dünyadan göçüp gittiğinde babam küçük bir oğlanmış. Sanırım beni buraya getiren şey, gencecik yaşta trajik bir şekilde ölen babaannemi tanıyan herkesin onu gözleri dolu anmasıydı. Kimse onun için en azından huysuzdu bile demiyordu. Sadece biraz telaşlıymış. Kasabanın en cömert, sevgi dolu, hoşgörülü kadınlarından biriymiş. Bir bakkal işletiyormuş. Dedemin üçüncü karısıymış. Anlattıklarına göre göğsünde çırpınan, telaşlı kuş onun sonu olmuş.


Evet, beni bu topraktan kutuya, bu hiç tanımadığım kadının mezarına sürükleyen şeyler bunlardı. Dedem çok uzun yaşadı, son on yılında her ne kadar haberdar olmasa da kanser ona yol arkadaşı oldu. Uzun tedavi süreci, ağır ilaçlar, fiziksel ve ruhsal bitkinlik yaşamadan kısa sürede öldü. Öldüğünde neredeyse yüz yaşındaydı. Yüz yıl. Dört evlilik, beş evlat sığdırdığı; hiçbirine sevgisini göstermediği, öyle ki yediği dayak telaşlı ruhuna ağır geldiği için kalbi duran karısının yasını bile tutmadan başkasıyla evlendiği bir yüz yıl.


Atı Belkıs’ın karnı şişince çivi çakarak onu iyileştireceğini düşünürken ölümüne sebep olduğu ve öylece hayatına devam edebildiği bir yüz yıl. Dedemin yüz yıllık ömrü, ellisine gelmeden kalbine yenilip toprağın altına giren babaannemin mezarının başında beni, her zamankinden daha çok öfkelendirdi. Dedem gibi olmaktan ölesiye korkuyordum, ardından kimsenin iyi bir şey söyleyemediği ama kötü söylememek için de adını bile geçirmemeyi tercih ettiği bir insan olmaktan. Oysaki bu korkum çok yersizdi. Saçlarıma ilk ak babaannemin yarı yaşında düşmüştü. Muhtemelen ben babaannem kadar bile yaşamayacaktım. İçten içe bunu istiyordum. Bu yüzden babaannemin mezarına yaptığım ziyaretler son zamanlarda iyice artmıştı. Belki bu ziyaretler birer provaydı ya da toprağın üstünde birilerinin de benim için gözyaşı dökeceğine inanmak ölüm düşüncesiyle barışmamı sağlıyordu. En azından son ziyaretime kadar böyle olduğuna eminim. Ağzımı bıçak açmazdı, ağlamazdım, gözlerim bile dolmazdı. Sadece toprağına dokunarak avuç içlerimdeki terazide dedemin soğuk ve gri yüz yılını bir kefeye, babaannemin kısacık ve sevgi dolu ömrünü diğer kefeye koyarak öfke duyardım. Babaannem gibi insanlara sadece toprağın huzur verebileceğine inanırdım. Çünkü içten içe biliyordum ki ölen dedem olsaydı babaannem kırk gün içinde başka biriyle evlenmeyecekti. Yas tutulmaya bile değer görülmeyen birinin bu dönüp duran dünyayla ne işi olabilirdi?


Şimdi, babaannemden yirmi yaş daha küçük ve toprağın üstünde, ben de tıpkı onun gibiydim. Babama küçükken söylediği sözleri hatırlayıp içli içli ağlıyordum.

“İnsan göğü göz bebeklerine doldurdu mu hiçbir kurşun vuramaz kanadını oğlum.”


Babaannem ne yazık ki yanılmıştı, belki yaşasaydı o da yanıldığını anlayacaktı. Şanslıydı ki bütün bir gökyüzüne kanatlarıyla dokunduktan sonra kanatsız kalıp onu uzaktan izlemeyi öğrenmek yerine sadece bir beden olarak var olmak yerine ruhunu da alıp gitmişti bu diyardan. Sanki bu sözü babama değil de bana söylemiş gibi ona cevap veriyor, ilk kez bir ziyaretimde onunla konuşuyordum.

“Ben de gökyüzünü kanatlarımla okşadığıma inanıp serçe kalbimi büyük bir sevinçle doldurmuştum ama aslında ben kanatsız doğmuşum babaanne. Benim bir kanadım tutsaklık, diğeri hüzünmüş. Yanında bana da yer var mı?”


Keşke sorularıma cevap verebilsen, keşke benimle konuşabilsen. Bir bilsen ne kadar muhtacım birinin bana “Özgürsün.” demesine. Keşke bunu senin telaşlı dudaklarından duyabilsem. Keşke avuçlarımdaki terazinin senin gibiler için, bizim gibiler için bir hükmü olsa babaanne. Haksızlıkla hırpalanmış yüreğimin öfkesi keşke seni oradan çıkarmaya ve adaleti sağlamaya yetse. Keşke bende sonsuzmuş gibi etrafa saçtığım ama zerresini bulamadığım, seninse ömrün boyunca aradığını bildiğim sevgiyi sana verebilsem ve bunun bir anlamı olsa. Keşke dedemin Belkıs’ın karnına çaktığı çiviyi ben çivisi çıkmış bu dünyanın göbeğine çakabilsem ve dünya dönerken bizim başımızı döndürmese. Keşke dedemin yüz yılından sadece bir günü alıp sana verebilsem, o gün bugün olsa ve sen mezarından çıkıp bana en azından.

“Özgür olacaksın yavrum, geçecek. Kanatlarına kavuşacağın günler de gelecek.” diyebilsen. Bir bilsen ne kadar çok isterdim bunu, babaanne.