Bölüm 1


Benim bu dünyadaki ilk günüm. Her şey aynı gibiydi. Ve birden dedim ki: “Kendimi çok normal hissediyorum.” O kadar normaldim ki buradaki herkesten farklı olduğumu gördüm. Çünkü burada hiçbir şey normal değil.


Bunu gelir gelmez nasıl mı anladım? Aslında çok fakir biri olmama rağmen, lüks bir evin içindeki lüks bir yatakta uyandığımda yanımdaki kedi bana “Kahvaltınız hazır beyefendi,” diye seslendi. Bir anlık korku yaşadım ve yere düştüm. Ama canım hiç acımadı.


Öyle kedi dediğime bakmayın. Kendisi bir çita. İlk karşılaştığımızda Çita’nın vazgeçilmez yoldaşım olacağını bilmiyordum elbette.


Neyse, düştüğüm yerden kalktıktan sonra aşağıya, kahvaltıya inmeye karar verdim. Ve kafamda olanları kavramaya çalışıyordum. Derken birden merdiven olmadığını fark ettim. O anda delirdiğimi düşündüm. Tam kafamı toplayıp Çita’ya aşağıya nasıl ineceğimi sorarken o beni aşağı itti. Düşüşüm epeyce uzun sürmüştü. Yere çarptığımda kesin öldüm dedim. Bu düşüncem, iki ayağımın üstüne düşmeme rağmen en ufak bir acı hissetmeyince değişti. Ve o an dedim ki: “Dostum ben kesinlikle bir rüyadayım.” Keşke o kadar basit olsaydı.


Aslında bir daha düşündüm de böyle olması kesinlikle daha eğlenceli ve güzeldi. Bu sayede sizlere anlatacağım çok şeyim oldu.


Sofraya oturduğum anda hiç tabağa bakmadan yedim ve tuhaftır, bir kırıntı bile dökmedim. Kahvaltı bittiğinde ise ne yediğime dair hiçbir fikrim yoktu. Derken daraldığımı hissettim, dışarıya çıktım ve bir de ne göreyim? Her şey bildiğimiz dünyadan çok farklı. Uçan insanlar, sesten hızlı koşan insanlar, gözünden çıkardığı lazerle mangal yapan insanlar… Gördüğüm en ilginç rüya olabilirdi ama değildi. Kafam çok karışmıştı, ne yapacağımı bilmiyordum. Ta ki Çita gelene kadar.


Çita’nın Ç’si neden hep büyük, merak ediyor olmalısınız. Çünkü sadece türünden dolayı değil, onun adı da Çita.


Nerede kalmıştık; Çita geldi ve dedi ki: “Şu mektubu ne yapacağız?” Şaşkın bir edayla “Ne mektubu? Ben mektup falan almadım,” dedim. O da başıyla işaret ederek “Peki o elindeki ne o zaman?” dedi. Ben de “Eğer elimde bir mektup olsaydı bunun farkında olurdum,” diye cevap verdim. Ardından elime baktım ve mektubu görünce hayrete düştüm. Absürt bir komedi gibiydi. Sonrasında zarfı bir dedektif edasıyla inceledim.


Buraya gelmeden önce size şunu söylemek istiyorum. Burada ünlü dedektif “Sherlock Holmes” gibi, ince detayları mantıklı ve gerçekçi sebeplere dayandırmamı bekliyorsanız kitabı kapatın ve “Dörtlerin İmzası” adlı kitabı okuyun. Bu dünyaya gelmeden önce okumuştum ve bayağı etkilenmiştim. Ama bence yaşadıklarımla ben sizi daha çok etkileyeceğim. Tabii ki de arada mantıklı şeyler de olacak ama şunu söyleyeyim, şu an bile bütün bu sonuçlara nasıl vardığımı bilmiyorum. Ama kesinlikle çok eğlenceli.


Neyse devam edelim. Zarfı bir ışığın altına tuttum, üzerindeki mürekkebin rengine ve parlaklığına baktım. “Mektup, Nozbart’taki Alemüs Tapınağıʼndan gelmiş.” Çita şaşkın bir ifadeyle bana baktı ve “Nasıl?” dedi. Ben de “Çok basit eski dostum,” dedim; oysa sadece yarım saattir tanışıyorduk. “Bu apaçık belli ki kâğıdın malzemesi olan lakatrop ağacının ve mavi lakatrop meyvesinin ezilmesinden oluşan renkle yazılmış bu mektup kesinlikle Nozbart, Alemüs’ten gelmiş. Ve ayrıca yazıdan da görüldüğü gibi bu benim baş düşmanım Sonaht’tan gelmiş. Bu çok açık,” dedim. Şaşkın bir şekilde “Nasıl açık?” dedi. Ben de “Ah dostum, lakatrop ağacı sadece Nozbart’taki Alemüs Tapınağıʼnda, zarf yapmak için yetiştirilir. Kullanılan kalemin şekline ve adamın yazı stiline bakacak olursam tehditkârlığından bahsetmiyorum bile; benim baş düşmanım olan Sonaht’tan geldiğine eminim. O yüzden çok açık.” Çita, “Her zamanki gibi beni tekrar şaşırttın Kahraman,” dedi.


Çok tuhaf, bu dünyaya geleli sadece 45 dakika olmuştu ve Çita “her zamanki gibi” diyordu. Ve ben hiç bilgimin olmadığı bunca şeyi nasıl söyleyebilmiştim?


Neyse, buna takılmayalım. Çünkü birazdan kafama bir ok gelecek! Olamaz! Kendime haber versem iyi olur. “Eğil, arkandan bir ok gelecek!” Ve birden eğildim. Resmen geçmişimi kurtardım. Ve ardından bana teşekkür ettim. Bu gerçekten tuhaftı. Oku alıp “Bu da Nozbart’tan gelmiş,” dedim. Çita alaycı bir şekilde “Sakın tüylerinin sadece orada yetişen bir hayvandan olduğunu söyleme,” dedi. Ben de daha alaycı bir şekilde “Tabii ki hayır, okun üstünde Alemus yazıyor,” dedim. Ve kahkaha atmaya başladık. Ardından kadim dostum Çita ile beraber yola koyulduk. Çita “Senin hiç işin gücün yok mu?” dedi. Ben de “Yok,” dedim.


Yol oldukça rahattı. Upuzun bir yolu yürüyerek aşmaya karar vermiştik. Ve gözümü kapatıp açtıktan sonra Nozbart’a, Alemüs’e geldik. Bu çok hızlı olmuştu ve ben hiç yorulmamıştım. Tapınağın önünde bahsettiğim lakatrop ağaçları vardı. “Sana demiştim,” dedim. İçeri girdiğimizde hiçbir engelle karşılaşmadan devam ettik. Normalde kötülüğün kol gezdiği bir tapınakta bubi tuzakları olmalı. Tüm filmlerde böyle olurdu. Ama tabii ki de şikâyet edecek değildim.


Tam bunları düşünürken bir ses “Saldırın,” diye bağırdı. O anda ne yapacağımı bilemeden korkuyla bir köşeye saklandım. Ancak kadim dostum onları tıpkı bir karate üstadı gibi amansız patileriyle pataklarken ben de izlemeye daldım. Çita kuyruğuyla arkasından yaklaşan bir düşmanın dengesini bozdu ve onu düşürdü. Havada takla attıktan sonra üstüne indi. Adam bir daha ayağa kalkamadı. İki patisinin üstüne çıktı. Herkesi pataklıyordu. Bir adamın tam boğazına atlayıp onu parçalayacakken hemen atıldım ve “Dur,” diye bağırdım. O anda herkes durdu. “Kitapta bu denli bir vahşetten bahsetmeye gerek yok, sen kendini yere at, o da sana bir tane vursun, sen de ölmüş taklidi yap. Günün sonunda herkes evine sağ salim dönsün,” dedim. Ardından Çita “Hayır,” dedi. Ama sadece adama sert bir pati attı.


Derken Sonaht’ın adamları kayboldu ve birden Sonaht geldi. Çita hemen ona saldırdı. Düz bir pati salladı ama savuşturuldu. Sağdan karnına bir pati ama o da savuşturuldu. Tam bir hamle daha deneyecekti ki Sonaht bir döner tekme atarak Çita’yı yere serdi. Öldürmek için üzerine yürürken “Bu işe yaramaz Kahramanʼı korumak için canından oluyorsun. Ölüm senin için yavaş ve soğuk bir şekilde gelecek,” dedi. Birden “Soğuk,” diye bağırdım. “Evet, soğuk,” dedi Sonaht. Hemen Çita’nın üstüne atladım, siper olup elimi Sonaht’a çevirdim ve ona yaydan fırlamış bir ok gibi alev fırlattım. Zayıflığı ateşti. Nozbart’ta da bu yüzden yaşıyordu. Çünkü Nozbart’ta hava hep soğuk ve yağmurlu olur. Ve ardından Sonaht yere serildi. Sanki bütün gücünü yitirmiş gibiydi. Çita da ayağa doğrulurken “Kahraman, başardın; demek ki senin de güçlerin var, beni kurtardın,” dedi. Ben de “Evet, galiba öyle oldu,” dedim. Ama nasıl yaptığıma dair hiçbir fikrim yoktu. Uzun süre de tekrar yapamadım zaten.


Birden tapınağın pencerelerinden iki ekip geldi. Aslında eğlenceli tiplerdi. Yeşil, mavi ve kırmızı renkli askerî polis üniformaları ve sevecen yüzleriyle uyuşmayan ciddi bir ses tonuyla “Buradan sonrasını biz halledebiliriz. Zahmet olmazsa adınızı bahşeder misiniz?” dediklerinde gururlu bir edayla “Kahraman,” dedim. Ardından beni alkışladılar ve Sonaht’ı alıp gittiler. Tuhaf olan, her şeyin çok basit olmasıydı. Ama tabii ki “Bunun devamını getirmesen daha iyi olur,” dedim.


Hey, durun. Geçmişim geleceğimi uyardı. Bu çok tuhaftı. Her neyse, artık eve dönme vakti geldi. Evim neresi mi? Evim herkesin uyum içinde yaşadığı, ailevi kavgaların olmadığı, insanların mantıklı hareket ettiği, birbiriyle yardımlaşarak yaşadığı, yemyeşil ağaçlarıyla zengin bir şehir olan İlzined. Sizleri de ağırlamak isterdim ama artık çok geç. Eve yürüyerek döndük. Ev aynı bıraktığım gibiydi, sadece aklımda bir soru vardı: O mektuba ne oldu ve acaba içinde ne yazıyordu? Eminim siz de merak etmişsinizdir. Elime baktığımda mektubu gördüm. Ve bu sefer eskisi gibi şaşırmadım. Mektubun zarfını açtıktan sonra kâğıdın üzerinde hiçbir şey yazmadığını gördüm. İşte bu gerçekten çok garipti ama ne de olsa bu dünyadaki her şey çok garip.


Ama sanırım bu maceranın sonu böyle bir gizemle kapanmak zorunda gibi gözüküyor. “O zaman hadi kendimizi iyi bir uykuyla ödüllendirelim,” diyerek diğerlerini de odalarına ağırladım.