Gökyüzüne bakıyorum; anlamı yitirmeden daha karşımda hayat, girdap gibi çekim kuvveti ile beni kendine çekiyor. Çocukluk düşlerim geliyor aklıma bir anda.


Annem sabah uyanmış, her zamanki gibi bayat ekmekleri tosta basıp tulum peyniri ve çayı hazırlamış. Ben de burnumu kıvırarak oturdum sofraya, alışkanlık gereği kahvaltımı yaptım.


Eski, rutubet kokan bir evin astım hastalarıyız ama nedense babam turp gibi.

Zamir uyandı.

Bir hışımla, o günkü ruh hali ne acaba?

Bazı insanlar çift kişilikli, babam da bunlardan bir tanesi.

Yani biri zalim, anlayışsız, köle olan bir ailenin reisi.

Dediğim dedik, çaldığım düdük!


Oturdu masada karşıma.

Sordu:

—Oğlum, iş buldun mu?

—Yok baba, bulamadım.

—Nerede aradın ki? Bak bu sofrada yiyip içiyorsun, hep para.

Yüksek sesle başlandı konuşmaya kendi kendine.

Sonra yine bir hışımla tekrar döndü:

—Sakın fabrikaların önünden geçme ha, seni kaparlar, dedi.


Biliyordum, sesimi çıkardığım an öfkesi daha çok yükselecek, sessiz sessiz içime konuşmaya başladım. Kendi kendime bir gülme aldı beni. Sakın fabrikaların önünden geçme demesi nasıl bir ironi?


Kendi köşeme çekilip muhasebemi yapmak isterdim hep hayatta lakin yetmiş metrekare evde 5 nüfus, hiç yalnız kalmadım ama içim yapayalnızdı.


Hayallerim gökyüzünde saklandı. Hep uzanmak istedim ellerimle, sıçramak isterdim gökyüzüne kadar. Ayaklarım iki yay gibi, yerden yükseğe sıçramak nasıl bir duygu acaba? Sanki dünyanın sonuna ulaşmak gibi gelirdi bana bu.

Lakin hayatın sonuna geldik, hala bir yerlerde sürünüyoruz.