Duraksıyorum. Geçip gidemediğim her sokak başında gözlerim bir kuşun kanadına dalıyor, dalıp dalıp kuşun uçuşuna takılıyor. Anılar kendiliğinden konuşuyor beni, yüreğimde gömdüğüm bir mezar başında buluyor. Şimdilerde bir tuhafım, nasıl anlatabilirim tüm çıplaklığıyla çoğu siyah sevmelerimi; bu utanç değil, bir yıkımın sancılı acılarını hissettiğimi seni severek anladım. Hani o siyaha yakışan beyaz zambaklarımızın gülüşü biliyorum çocuk, o kirpikler ıslandı saklama bunu benden, saklama yüreğini yüreğimden, yokluğunla sınama. Bir ağıt yükseliyor geceden. Kırılan bir sevginin sevmelerine tanık oluyorum. Zeytin ağaçlarında adımıza, bir de ikimiz. Ben bakamıyorum yollarıma, gözlerim yüzyılların acısına ağlıyor. Kendi içimde ikiye bölündüm, bir yanım şehirleri aleve veriyor bir yanım sadece oturup izliyor. Bu bir yıkım. Gri bir günde korkular sarıyor oysa ben hiç korkmuyorum. Bu bir başlangıç olmalı. Tükenmek bilmeyen düşler için zamanın iri, sert dişleri düşlerimizi kemiren bir soğukluk. Sabaha karşı umutsuzluğun günahlarını okudum; gel umutsuz koma beni canım, yüreğini sevdiğim, portakal kokulum... Susup bekledikçe tükeniyoruz, suretimiz ayrı gökyüzünde merhabalaşıyor. Bu uzaklık, bu düş kırıklığı da ihanet değil miydi? Bir ses et, bir suretini göster güneş utansın, bu umutsuzluklar günah sayılmaz mı? Umutsuzluğun renkleri siniyor. Nedendir bilmiyorum acı var içimde, gözyaşlarım sondurmuyor şu yalnızlığı. Artık geceler uykusuz, sana hiçbir yerde rastlamıyoruz, ne bir kitapta ne en sevdiğimiz şiirlerde. Bir yerde tutuklanıp kaldık da haberimiz mi yok?