Çok yürüdüm, koştum, öyle nefesim kesilene kadar, öyle heyecanlı, hiç yorulmadan ve yorulmayacağımı zannederek. Sonra bir gün, ansızın, öyle alelade bir anda yoruldum. Durdum.


Epey heyecanlı hatta maymun iştahlı denilebilecek bir çocukluğum oldu. Her şeye, deyim yerindeyse, saldırdım ama hiç göstermedim. Belki de gösteremedim. 


Benim babam yıllardır memur, yani ben doğduğumdan beri öyle. Annem de ben doğduğumdan beri evinin -ülke sathının belirlediği çerçeveler dâhilinde- hanımlığını icra eden bir kadın. Hâl mi kader mi bilmiyorum, böyle olunca bana da on sekiz yıl bu yarı memuriyet yarı ülke sathının belirlediği çerçeveler dolayısıyla içerisinde nadir bulunan değişikliklerle tekdüze bir hayat yazıldı. 


Bizim ev yani annem, babam, kardeşlerim ve ben -artık ne kadar bir ev oluşturabilirsek- yaşamımızı normlar üzerine kurmuştuk. Aslında babamın tahakkümüyle belirlenen kurallardı. Babam da tahakkümünü din ve devlet işleri vasıtasıyla gerekirse ayrı ayrı gerekirse bir arada uyguluyordu. Şer'i ve medeni hukuku aynı anda uygulamaya çalışarak Türk toplumunun tam bir portresini oluşturuyorduk. 


İşte babamın bu "otoritesini korumak için işine geldiği gibi" kurguladığı sistemi on sekiz yıl yaşadım. Ta ki üniversite eğitimim için bizim evden benim evime düşük bir bonservis bedeli karşılığında transfer olana kadar.


İlk üniversite tayinim Batı'ya, İzmir'e çıkmıştı. Her şey çok güzel olacak sanırken çarptığım duvarlar, temmuz sıcakları ve yanlış sokaklardan dolayı Batı görevimi iki yılın ardından sonlandırdım. 


Bu kez tayinimi İç Anadolu'ya istedim. Zaten babam da memur, hatta imkânı olsa ikinci adımı "Otorite" de koyabileceği için başkent otoriteleri tarafından kabul göreceğimi öngördüm. Böylece gerçek anlamda bir yürüme serüvenine başlamış oldum.


Çok yürüdüm, koştum, öyle nefesim kesilene kadar, öyle heyecanlı, hiç yorulmadan ve yorulmayacağımı zannederek. Sonra bir gün, ansızın, öyle alelade bir anda yoruldum. Durdum.


Müthiş bir enerji ve istekle daldığım Ankara sokaklarında tam dört sene, yani binlerce gün, yani on binlerce saat, yani milyonlarca saniye yürüdüm. Çok yoruldum, çok da keyif aldım. Biraz üzüldüm, biraz güldüm. Biraz umutlandım, biraz hayal kırıklığına uğradım. Yoruldum.


İşte yine böyle yorgunluğumun şikayet hatlarının hep meşgul çaldığı bir zamanda lügatımdan "yorgunluk" adlı pespaye kelimeyi çıkarmak istedim. Bir şeyi hiç görmesem belki bildiğimi de unuturum dedim. Belki her şey bir kelimenin kullanım sıklığından kaynaklıdır diye düşündüm. Bu kez sustum.


Ben Ankara'da çok sustum. Suskunluğum otoriteler konuşsun diye de değildi aslında. Yalnızca bu çokluğun ve çoğunluğun içinde kelimelerimin onlarınkiyle karışmasını istemedim. Aynı terazide tartılmasınlar, ben susayım dedim. Bir şair "Susmak her hayrın başıdır." dedi. Her şeyde bir hayır ararcasına sustum ve kaldım öylece.


Dedim ya çok yürüdüm. O cadde senin, bu sokak onların ve hiçbiri benim değilmiş gibi yürüdüm. Yürüdükçe düşündüm. Düşündükçe ürettim. Ürettikçe yazdım demek isterdim ama genellikle üşendim. Üşenince yine yürüdüm, düşündüm, ürettim... Kendini tekrar eden bir mekanizmanın küçük bir dişlisiydim. Bir şeyleri tersine çevirirsem artık mekanizmayı kontrol edebileceğime inandım. 


İşte benim hikâyemin bir hikâye edecek noktası da bir şeyleri tersine çevirerek başladı. Çok yürüyordum ve durmak nedir bilmiyordum. Sonra bir gün bir durak gördüm yürüdüğüm yolun üzerinde. Dedim durup biraz dinleneyim. Durdum ve kişisel gelişim kitap yazarları görse cismime bir sürü küfür edecekleri bir şey yaptım. Arkama baktım, yürüdüğüm yola. "Vay be!" diyemedim çünkü hem babamın hem de devletin isteyeceği bir şey değildir sokak ağzıyla konuşmak. O yüzden "Ne çok yol gelmişim efendim." dedim kendime. Hem babamı hem de devleti memnun edip artık nitelikli bir şeyler düşünmenin zamanı gelmişti. 


İşte benim hikâyemin bir hikâye edecek noktası da nitelikli bir şeyler düşünerek başladı. Gerçekten çok şey biriktirmiştim ve maalesef bu çokluktan memnundum. Maalesef diyorum çünkü sonradan anladım ki o herkesi memnun eden "çokluk" yalnızca bir şeyleri değersizleştirmek içinmiş. Nasıl ki bir elmas ile bir kömürün değeri aynı değilse sık görülenin değeri de o denli azmış. 


İşte benim hikâyemin bir hikâye edecek noktası hayatımdaki çokları azaltıp daha değerli bir şeyler aramak için yürüyerek ve bulduğumda durup değerini anlayarak başladı. Bir kitap, bir insan, bir şiir hatta belki bir fotoğraf... Bulduğum ne varsa tüketmedim de biriktirmedim de. Yalnızca anlamaya çalıştım. Ruhumla mündemiç etmeye gayret ettim. Bir olmak istedim bulduklarımla. 


İşte benim hikâyemin bir hikâye edecek noktası durup bulduklarımı kendime katmakla başladı. Bundan sonrası zamanın akmasıyla doğru orantılı olarak kendimi bir sonraki durağa ilerletmek oldu. 


Çok yürüdüm, koştum, öyle nefesim kesilene kadar, öyle heyecanlı, hiç yorulmadan ve yorulmayacağımı zannederek. Sonra bir gün, ansızın, öyle alelade bir anda yoruldum. Durdum.