"Gün neden başladı ki!" diye sesli düşünmüştüm, gece uyuduğum yataktan doğrulurken. Sabahın onuydu, hiç yeri değildi üstelik. Öyle yeri değildi ki, onun gözleri çaresiz bir umutla, donmakta olduğu yerden, bir sıcaklık arıyordu. Acı çekiyordu, her gün, her saat, her dakika, her saniye, her salise. Nefes almak acı veriyordu. Nefes aldığının farkında olmak. Yürümek, yemek yemek, saçlarını toplamak.

Durmak. Özellikle de durmak. Durabilmenin, bomboş durabilmenin ne büyük bir şey olduğunu onunla birlikte anladım. Yemek yerken oturabilmek, bir manzara karşısında sigara yakıp dikilebilmek çok büyükmüş.

Kanepede uzanıp bir şeyler izleyebilmek için mesela, durabilmek gerekir. Sokakta bir kahve içebilmek, bir oyun izleyebilmek, bir sergi gezebilmek, kitap okuyabilmek için durabilmek gerekir. Otobüste, metroda, takside, uçakta durabilmek gerekir. Duş alıp rahatlamak, diş fırçalamak, saçlarını kestirebilmek için mesela. Ve ben karşısında öylece "Gün neden başladı ki!" demiştim.

O günün önceki gecesi, sokakta bir duvara oturmuş dinlenirken, ki bu dinlenmeler de ızdıraba dönen ihtiyaçlardan onun için, kucağıma gelen tekir kediyi seviyordum. Ona döndüm ve gülümseyerek "Ne kadar güzel bir kedi değil mi?" dedim. O bana zar zor "Kediye dokunuyorum ama hiç bir şey hissedemiyorum." derken farkettim görmediğimi. Ona dokunurken ki çekingenliği, hissedememektenmiş. Bazen çok basit cümlelerin bile nelere kudretinin olabileceğini söylemeden bilebilmek için de durmak gerekliymiş.

Görmek için de önce durmak gerek çünkü.