Çok zaman önceydi, ailemin köyden kente göçmesi. Babam çok anlatırdı bizim köyü ama kendi yaşanmışlarını olaya katarak tabii, annem ise bu durumu duymazdan gelirdi, köy hayatının tekdüzeliğinden söz eder, ikisi de aynı köyden olmasına rağmen üstünde durmayıp bu tartışmaları uzatmazdı. Çünkü babamla annemin konuşmalarının sonu hep uyuşmazlığa çıkıyordu. Aslında emeklilik hayatında köye dönmek ve orada hayatını uzun uzadıya bir meşgale dönüştürüp huzura varmak vardı. Annemin ise konunun dönüp dolaşıp oraya gideceğini bildiği için kendi rahatından ödün veremeyeceğini vurgular ve kaldıkları şehrin rahatlığından dem vururdu. Neymiş efendim, köye döndüğümüzde elâlemin ne dermiş, neymiş efendim Ayşe döndüğünde köylüler nasıl karşılarmış, neymiş efendim diye diye sıralardı cümlelerini.

Babam bunları duyumsardı ve ses etmeden sigarasını uzun uzadıya çeker, çıkardığı duman havaya karışmadan dumanın izini sürüp kaybedene kadar bakakalırdı. Sanki bir otobüsmüş gibi, ona binip gidecekmiş ve son durağı olan köye bırakacakmış gibi hayallere dalardı.


Evet o otobüs kalktı ve son durağı olan köye değil kara toprağa ulaştı. Kendi macerasını tamamlamadan, bir korsan edasıyla son savaşına girişmeden hayatın büyük cilvesine yenik düştü. Daha her şeyi tamamlamadan onu alıp kendi köyüne defnettik, genç yaşta ayrıldığı köye sadece tabutuyla gitmek nasip oldu. Üstelik emekli olalı 20 gün olmuştu, her gece sabahlara kadar mutfakta durur, kendi kendine yapacakları kağıtlara döker kargacık burgacık yazılarıyla ve oluşturduğu rakamlarla içinden çıkılmaz bir hale sokup homurdana homurdanarak yatağına geçerdi. Günler uzun uzadıya devam ederdi onun için... 

Bense ara sıra kulak misafiri olurdum bu konuya odama geçerken. Tartışmalarını, hayallerini, köye yapacağı yatırımı, alacağı koyunları, kuzuları, dedemden kalma evin bakımını, çatısını ve ahırını...

Yani kafasını sokacak kadar maliyetini ayarlamıştı kendince. Üstelik bankadan bile kredi işlerini konuşmuş, şu şu bankadan şu miktarda faiz, emekliye bu kadar faiz, çiftçiye bu kadar destek bu kadar para diye diye günü bitirirdi. Akşamları da mutfakta sigara dumanının içinde boğulana kadar düşünürdü.

Bense bu karmaşanın içinde, sigara dumanı çıksın diye açtığı pencereden kendisinin de çıkıp gittiğini düşünürdüm bu gecelerde.

Belki de gitmişti bizden habersiz, almıştı koyunlarını, evin direklerini güçlendirmiş, çatısına malzeme çekmiştir. Ben bunları düşlerken belki de bahçe için teli bile sipariş vermişti çoktan...


Annemle ben o sırada uyuyor olurduk, yeni günün yükünü çekmek için, yeni günün ağırlığını kaldıramadığımızdan ölüler gibi sarılırdık yorganlara. Birer birer rüyalar görüp, dünyanın çekilmezliğine başkaldırmadan hayatlarımızı feda edip, ölülerin bilgeliğine erişmek için belki de uyuyakalırdık. Tabii tek ulaştığımız bilgelik değildi, zamanı öldüren bir aletti bizim için uyku. Annemse bunu yorgunluğa yorardı çokça zaman.


Üniversiteyi bitirsem de mezun olduğum gibi iş bulamadım. Kendi işimi aramak yerine bir fabrikada depo sorumlusu olarak işe başladım. Bizim ülkemizde böyledir, yüksek eğitim de alsan ancak birkaç kişiye yakarmakla elde edeceğin en iyi mevki budur. Bu işi beğenmedin diyelim, diğer işlerle kıyaslayıp onların çektikleri ağır yüklere katlanamayacak kadar da gururlusunuzdur. Hatta daha ileriye gidip öğretmişlerdir okuduğumuz okullarda ince adam olmayı, derlerdi.

İnsanlara yüksekten bile baktığımız olurmuş.

Tesadüftür ki bir ara da vardiya amirinin konuşmasına denk gelince hiç şaşırmamıştım. Bu üniversite diye bir şey uydurmuşlar oradan erkeğin dinsiz ve komünist, kızların da kocaya kaçma yöntemleriymiş bunlar! Daha neler... 

Bazen bu konuşmalara beni de katmaya çalışır, kendi bilgilerini ve tecrübeleriyle ezmeye çalışırdı. Bu gibi tartışmalara hiç girmeden sadece işimin gerekliklerini sorgular veya konuyu ekonomik sıkıntıya çekerdim. Karşı görüş beslediğimi bilirler, ama her şeye haklısın abi dediğimde; bu bizimle alay mı ediyorlar diyerek yüzünü karmaşık bir hale sokardı ve kendi aralarında konuşmaya devam ederlerdi. Ekonomik sıkıntılardan nasıl çıkarız diye uzun uzun tartışırlar, herkes kendi bildiğini söyler ve ortaya cümbüş çıkana kadar da kesilmezdi bunlar. 

Yok tarımda kar yapmak için ne yapmalılar, yok efendim sanayide geri kalmışız, yok efendim yabancı ülkeler bizi bu hale getirdi gibi ufak düşüncelerinin arkasını aramadan giderek yükselirdi bu tartışmalar. 

Aslında kimse kimseyi dinlemezdi, zaten insan insanı dinlese bu halde mi olurduk? Bilmediği konularda bu kadar emin olmasalar ve nedenlerini okuyup araştırmasalar nasıl bilgilenirler? Ters bir şey desen adamlar patlamaya hazır bomba gibi, bir sürü tartışma olaylar büyüyecek ve işten atılmaya kadar gidecek. Öyle bir düzendeyiz ki! Yan baktı diye insan öldürüyoruz bu topraklarda, bunlar ne ki! Bunları bilerek sessiz sedasız işimi yapardım, büyüklenene sensin abi, patrona müdüre sen daha iyi bilirsin diyerek geçiştiriyordum. 

Aslından onlardan çok bir istediğim yoktu oysa, kimseye değmeden bu hayatın sonuna ulaşmak, kimseye ses etmeden çekip gitmekti buralardan. Bu şehirden, bu topraklardan, hatta ölümün büyüsü dermanmış gibi algılayıp, onun hayatıma güzelleştirebilecek diyerek ileri gittiğimi bilirim. 

Bilmez miyim en güzel şeyin yaşamak olduğunu? İşte çevrem bunu bilmiyor, belki de hayatın tozunu kitaplarda yutmamış biri bunların ne demek olduğunu anlamlandıramıyor, öylece geçiyor bu dünyadan. Ben ise onlara dokunmadan geçmek isterdim ama olmuyor. 


Geçtiğimiz aylarda molaya beş dakika erken çıktım diye bir ton fırça yedim. Yemekhane uzak diye erken çıktığımı, yemek sırası çok diye sıraya koştuğumu, yemeğini ye derken molamın bittiğini anlatmaya girişsem, hemen yaftalarlar beni! Sen aykırısın derler, bütün işçilerin mola saati belli, düzen disiplin gibi ağır laflara bile girerler. 

Anlamıyorum bu insanları, oldum olası anlamıyorum! Neden bir şeylere başkaldırmıyor? 

Neden yaşamak istediklerini hayatı yaşayamadan modern köleliğe boyun eğiyor? 

Bunu iş yerinden yakın bulduğum depo amirine anlatınca, "İsanoğlu bu! Hep nankör gelmişiz," diyerek bir başlıyor cümlenin başına, sonunu bağlamadan konuştukça konuşuyor ve kendini haklı görerek uzun ve hantal vücudunu geriye atıp sigarasını yakıyor.


Bunlar şöyle dursun babamın ölüm haberini aldığımda şaşırmakla, acı arasında bir duygunun şakaklarımda gidip gelip, kalbimden mideme oturmasını hissettim. 

Uzun yıllar teslim etmişti bedenini fabrikalara babam. Ve bu hayatı yaşaması için kazandığı parayı harcayamadan gitmesi, yani hayallerinin yok olması beni sarmıştı. Şimdiyse ilk şoktan sonra kendimi düşünür hale geldim, acaba aynı hayatı ben de mi yaşayacaktım? Ömrümün en güzel çağlarında köle olup hayalimi ertelediğim zamanda, biriktirdiğim parayı kendi hayalimi yaşayamadan ölecek miyim?




2. Bölüm


Köye babamın cenazesini definden sonra hatırladığım az bir şey var aslında. Defin sırasında köylülerin adettendir diyerek, beni sıkıştırarak hocanın duasını bittikten sonra cebine koyduğum bahşişi mi anlatayım? Yoksa mezarı açanlara kazma kürek ellerindeyken, parayı vermek için çırpınırken kazmayı mı tutayım küreği mi derken babamın üstüne bir karış toprak atamadan kapanmasına mı bahsedeyim? Yoksa köyün büyükleri beni ve annemi teselli ederken kendi dertlerini açmasından mı? Hepsi bir tiyatro oyununun parçasıymış gibi geliyordu o sıra aslında... Ücretsiz tiyatro gösterisine gelmişler de, benim hayatımı konu alırken benim dışında hepsinin ön koltuklara oturup, oyunun ilk perdesinden son perdesine kadar izlemesinden mi yakınayım şimdi? Üstelik ayakta kalan tek ben ve annemmiş gibi... 

Sanki bir cenazede değilmişiz de bütün köyle ortaklaşa oynadığı oyunmuş gibi geliyordu.

Ne kadar şaşırsam da onların ahengine kapılıp onların dertlerini dinlerken bulmuştum. 

Kendi derdimmiş gibi çaresizlik içinden başı kesilmiş yılan gibi kıvranıyordum bütün oyun oynanırken.


Hatta bütün bunlar olurken, köyün en yaşlısı olan Arif dede yanıma gelerek; "Çok öksürüğüm var oğlum, ne çektiysem gençken içtiğim cıgara yüzünden çektim. 

Sen içmiyorsun değil mi evladım? 

Sen bunu yapmıyorsun değil mi evladım? 

Paranı kenara koyuyor musun evladım?" diye ardı arkası gelmeyen soru yağmuruna tutuyordu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir anda hayırsız torunlara getiriyordu konuşmanın sonuna. 

Bayramlarda ziyarete bile gelmiyormuşlar ama miras olayı duyunca hepsi tam takım gelmişler, üstelik tespih gibi dizilmişler yer divana. 

Yeni gelininin bile hizmet ettiğini söylüyordu, lakırdıları uzun sürmüş hepsinin ama hepsi mirasa kadarmış. 

"Ölmeden önce paylaştırayım dedim oğlum yoksa onlar ben göçüp gittiğimde bir sürü kavga edecekler, şimdiden bile büyük oğlum neden yamaç tarlayı bana verdin diye söylenir olmuş... 

En küçükleri ise neden derenin yanındaki tarlayı alamadım diye konuşmaz olmuş Arif dedeyle. Yine de allah razı olsun köy ahalisinden duysak da bunları, adaletli bir taksimle dağıttığımı düşünüyordum.

Üstelik bu olayları köylüler anlatmasa huzur içinde bile gidecektim... 

Eee insana huzuru veren Allah da bu oğlum, alan ise insanlardır. Hele yakınların olursa da bunlar oğlum hiç sorma, ölmeden toprağa koyacaklar ölmeden!" diyerek yaş toprağa saplanan bastonunu kaldırarak ve üç ayaklı mahluk gibi yavaş yavaş çıktı mezarlığın kapısından.




3. Bölüm


Babamın bereketi dedi annem ben bugünü düşünürken. Anlamadım anne dediğimde; yağmuru diyorum, babanın bereketinden... 

Ben bugünkü olayları düşünürken ilgimi çeken Arif amcanın hikayesine dalmışken yağmur; köy evin camını vura vura serinletmiş ve evin içindeki buhar camın iç yüzene vurarak dışarısını sisli bir manzaraya bürümüştü.

Babamın bereketi demek... Babamın ölümü Allah ile ne ilgilidir? Canını aldığım kulunun ailesine bereket vereyim diye de yağmur yağdıracak değil ya. Onun hayallerini çalan da biraz o değil mi şimdi diye çıkışsam anlayacak mıydı zaten? O yüzden susup uzaklara bakıyordum. Babamın köşeden dönüp kazma küreğiyle veya elinde malasıyla köy evinin tamiri için kasabadan getirdiği kumu, harcı yoğuracağına inanıyordum hala. Ne yazık ki öyle olmayacak, ama insanız işte! Hayallerimizi elimizden alsalar, bu dünyanın en çekilir yüzüne bile toprak atıp bir köşeye ya da bir yere ölmek için hastalık icat edeceğiz. Belki de eski atalarımızdan kalma sözlerle tekrar tekrar edip hayallere girişmek için nedenler bulacağız... Olmayınca da kaderimiz buymuş diyerek konuyu kapatacağız. Çekilmez yazgımız dilden dile dönüp dolaşacak ve bize tekrar gelene kadar belki de efsane bile olacaktı. Biz de bu dertleri ne çekmişiz arkadaş! Hayat bize hiç mi sıcak yüzünü göstermez! Diyerek ya da kedere boğacağız kendimizi, ya da cahil cesaretiyle ölü bir atın tepesine binip atı koşturmak için kamçımıza davranacağız. 


İçmedin çayı dedi annem, canım isteyip istemediğinden değil sadece dalmıştım o an düşüncelerle yontulmuş kaleme. İçerim anne, diyerek yine bir sessizliğe bürüdüm odayı. Muhtarı defin işlemleri için aradığımızda gelenimiz gidenimiz çok olur diye, evi temizleye gelmişler komşular. Evi baştan aşağıya temizleyip üstüne badana bile yapmışlar. Kireç kokusu içinde taziyeyi beklerken her kapı çalındığımda kadınların elinde tencereler, birer ikişer kaplarda yemeklerle birer birer mutfağa giriyordu. Ufak bir taziyeden sonra kiminin ev işleri, kiminin damdaki ineği, kimin çocuğunu doyurayım diye tek tek gölgesini uzata uzata, yağmurun toprakta kaybolması gibi hepsi birer ikişer gözden kayboldular. Ben ve annem kalmıştık koca evde yalnız başımıza. Bu böyle iki üç gün sürdü; bazen komşular hızlandı bazen yağmurlar, bazense tanımadığım insanların görüntüsü çoğalıp azaldı kapımızda. Zaman öyle hızlıydı ki hepsi çölde vaha gibi bir görünüp bir kayboldular düşüncemin labirentinde...


Artık ne babamın hayalinde tamir ettiği ev vardı, ne Arif dedenin mirası ne de annemin köyde yaşamamak içim direttiği kavgaları. Hayat bu ya, hepsi bir dereye düşen dal gibi, taşa takıla takıla ilerledi ama hep ilerledi. Yaşamın kazançlarını göremeden gitmek kaldı aklımda sadece. Babam gibi gitmek geldi içimden, ama gideceğim o köy hayali yoktu içimde. Bir şeyleri yetiştireceğim diye kurduğu hayaller için, bunca sene çabalamakla elinde kalan sadece geçirdiği bir hayat kaldı. Buna da hayat denebilirsek eğer. 


Annem, babamın ölümü mü yoksa kendi hissettiklerinde dolayı mı bilinmez, bir iki aya kalmadan köye yerleşme kararı aldı. Babamdan kalan parayla da evi yaptırdık. Beni de bir başıma bıraktı bu hayatta babamın hayalleri. Ne yapacağımı bilemeden üç beş ay oyalandım fabrikada.

Yine aynı dertler yine aynı sıkıntılarla karşılaşınca da istifamı verdim. 

Artık annem yalnız kalmasın diye yanına taşındım, beraber toparlıyoruz şimdilerde babamın hayalindeki evi. 

Arif dede bir iki ay geçmeden öldü. Mirası iki üç tarla da olsa büyük husumet yarattı çocukları arasında. 

Kimisi evini, kimisi damdaki tek ineği, kimisi bir avuç tarla için birbirlerine girdiler. 

Artık koca evimizle babamın kurmak istediği o düşleri kaldı bana miras olarak. 

Sonrası? 

Sonrası annemle hep yağmur yağdığında, babamın bir yerlerden çıkıp geleceğini düşler olmuştuk. 

Şu damın hali ne? 

Bu direkleri sağlamlaştıralım.

Şurasının ampulü neden yok?  

Bahçe kapısı neden gıcırdıyor gibi sorular sorup yeni bir kavganin fitilini tutuşacak gibi geliyor hala annemle bana.

Ve her yağmur yağdığında biraz da babam gelirdi aklıma, içimi dolduran evin çatısı artık tamir edilmeyecek gibi...




22/08/2020 23.29 Cumartesi



kimsesizliğin diyarı olup çıkmıştı