Gitti. Sanırım bir daha gelmeyecek. Zaten hep birazdan kalkacak gibi koltuğun en ucuna oturur, gözü ya kapı eşiğinde ya duvar saatinde olurdu. Hep onu çağıracak birinin sesini bekler, sabırsızlığından ellerini koyacak yer bulamazdı. Çağıran olmadı ama o tam zamanında gitti. Zaten biliyordum gideceğini. Zamanı gelmesin istiyordum, geldi. Aksi olsa şaşırırdım. Aksi olsa yaşamaya bir sebep arardım. Sanki benim suçum bu, gitmeyi istemesi. Ben hep dozu biraz kaçırırım çünkü. Mesela gözlerinin içine o kadar uzun süre bakmasaydım gideceğini söyleyecek miydi? Ona bakmasaydım yine de gidecek miydi? Biraz uzaklaşmalıyım dedi. Biraz. O birazın kaç gün, kaç hafta olduğunu bilmiyorum. Öyleyse aniden aklımdan da gitmesini istiyorum. Bir de gideceğim deyişinde bir şey vardı. Bir şey... Bir fazlalık, bir bayağılık... Ne olduğunu kestiremiyorum ama mutlaka bir şey vardı. Ve o gitti. Giderken onu biraz daha tutacak bir şey söylememem gerekiyor. Biraz daha kalırsa, ağlayacağım. Giderken o kim diye soruyorum kendime. Tanımadığım, sokaktan geçen herhangi birinden farksız değil mi? O, hayatıma tam olarak dahil olmayan. Bu durumda gitti demek yanlış olur. Evet hayatıma hiç girmedi. Sadece yanımda biraz durdu ve gitti. Üstelik yanıma gelmesi için herhangi bir durum yaratmadım. O geldi, hayatıma girmeden durmayı seçti. Gideceğini o da biliyordu muhakkak. İnsan neler yapabileceğini biliyor olmalı. Gidebileceğini de. Oysa hazırdım hayatıma almaya, demek ki o gideceğini bildiği için durmayı seçti. Sadece durdu. Bu bile durduğu yere kaymama, ona doğru açılmama ve onu içime almaya çalışmama yetti. Ve işte şimdi gitti. Zaten biliyordum gideceğini. Bundan daha doğalı olamaz. Şimdi gitmese başka bir gün gidecek, taze birikmiş anılar bırakacaktı ardında. Sonrası daha kötü olacaktı. daha yıkıcı, daha kırıcı. Hatta daha... Daha... Ama şimdi daha; arkasında deniz bir eli çantasında bir eli cebinde beni beklerken uzaktan heyecanla hızlı hızlı yanına ulaşmaya çalışmadan, sarılırken kokularımız karışıp tek bir koku olmadan, küçük bir çay bahçesinde diz dize oturup anılarımıza bulaşmadan, İstanbul kalabalığında ince bir sokaktan geçerken sıkıca kavradığım elini bırakmamaya özen göstererek arkasına sığınmadan, yokuşları inip tepeleri saymadan, denize çıkan yolları aramadan, sanki zaman duracakmış gibi nefesimizi tutmadan, birlikte gülmeden ve birlikte ağlamadan daha. Biraz diyerek gitti. Zaten bir yabancıydı o, bunların hiçbirini düşünmemiştir. İşte ben hep dozu biraz kaçırırım. Her sokak başında burada olabilir düşüncesiyle henüz tanımadığım birini arayarak sokağı yürüyecek kadar kaçırırım. Girmediği bir hayatın zarına dokundu diye suçlayacak kadar. Zaten içimde boş olan tarafıma o sebep olmuş gibi eksik hissedecek kadar. Sesini daha duymadan söyleyebileceği cümlelerin hayaliyle karnımda kelebekler uçuracak kadar. Herhalde ben hep dozu biraz fazla kaçırırım. Belki gitmesine bunların, benim, dışımda başka bir şey sebep oldu ama sonuçta o gitti. Gitmesinin yarattığı bu boğucu ruh halini değiştirmiyor girmediği bir hayattan uzaklaşmış olması. Bunu istemesi. Doğal olarak bunu istiyor ve önemsemiyor olması. Gitmeden hemen önce beni düşünmesini istediğim zihnine bir rüya fısıldadım. Tanımadığı bir kadının gece uykusunu bölen rüyasında neden var olduğunu düşünsün istedim. İç karartıcı bir rüya mıydı onun gitmesini kesinleştiren? İçimi sıkan bu rüyanın tek aydınlık kısmının yabancı bir yüz, mutlaka onun yüzü, olduğunu söyleyemeden gitti. Bir yabancının gidişi neden bu kadar etkiledi beni, bilmiyorum. Ama birden olan her şey biraz benim suçum gibi. O gitti, zaten hiç kalmaya niyeti yok gibiydi.