Her hikâye bir miktar kasvetle başlar; özellikle makineleşmenin büyük adımlar attığı, çocukların ‘küçük adam’ yahut ‘küçük kadın’ olarak görüldüğü bir çağda hassas yürekli bir Düşes iseniz, gördüklerinizden çok hissettiklerinize de katlanmak zorunda kalırsınız. 

Sevgili okur, birazdan satırları arasında kaybolacağın muhtemel olan bu hikâye, 1960’lı yıllarda Birleşik Krallık’ın York şehrindeki bir sokakta, evinin bahçesinde solucanları avlamaya çabalayan yedi yaşındaki bir çocuğun bulduğu bir bez bebeğin hikâyesidir. Bu bez bebeğin yanında Kraliyet Mührü’nün yer aldığı bir mektup ile bir de not bulunmuştu. Sözünü ettiğim bu mektup ve not Kraliyet Arşivleri’ndeki belgelerle karşılaştırıldığında, 1800’lü yıllarda York Düşesi Frederica’ya ait olduğu öne sürüldü. Her ne kadar ortada bu hususta bazı iddialar olsa da mektubun, yanına iliştirilen notun ve bez bebeğin sahibi henüz bulunamadı. 

Sevgili okur, 1800’lerin Büyük Britanya’sına sizi buyur etmek isteriz. O yüzden bu hikâyenin asıl amacı, sizi de Düşes’in acısına ortak olmaya çağırmak ve kendisinin henüz saçları oldukça canlı olan bez bebeğinin hikayesini huzurlarınıza sunmaktır. 


***


1500’lü yıllarda inşa edilmiş hantal, taş duvarların arasında, Katolik Kilise’nin miraslarından renk renk camlarla bezenmiş vitray pencereden süzülerek Düşes’in gözlerini aydınlatan güneş, yeni bir günün, olan kederlerinin yeniden canlandığının, olmayanların ise doğduğunun habercisiydi. Kraliyet Ailesi’ne yakışır mor renkli, altın şeritlerle bezeli ipekten örtüsünün altında saf bir camı andıran kahverengi parlak gözlerini ovuşturmaya başlayan Düşes, yatağının baş ucuna, altın yaldızlı, cevizden masasının üstüne her gece yatmadan önce koyduğu bez bebeğini yerinde olmadığını fark ettiğinde başından aşağı kaynar sular dökülmüşe döndü. Rahmetli annesinden yadigâr bu bez bebek, huzur dolu yeşilliklerde, nedimesi ile koşup oynadığı o geniş avlunun, umutlarının, hayal kırıklıklarının kısacası çocukluğunun son parçasıydı; hem yüzünün hem kaderinin benzediği, beş yaşına kadar sığındığı liman olan annesinin ona emanetiydi bu bez bebek. Bir anlığına boşluğa doğru yolculuğa çıkan Düşes’i, kapısını çalan uşağı Frederik uyandırdı. Uzun zamandır düşünceleri bu kadar ağırlaşmamıştı Düşes’in. Öyle ki, kafasını bir sağa bir sola sallayıp bedeninin olduğu dünyaya bir çırpıda gelebilirken, şimdi düşünce bulutlarını dağıtmaya çabasıyla yaptığı bu kafa hareketi başının dönmesine, omuzlarına daha önce hissetmediği bir yükün çökmesine neden olmuştu. Hepsi temelde bir hissiyattı elbette – öyle ama insan hissiz ne olurdu ki? Hislerden oluşmuyor muydu insan? Et, kemik, kan ve daha nice somut olduğu düşünülen parçalarımız vardı elbet. Peki insanı insan kılan sadece bunlar mıydı? Soyut diye adlandırılan varlıklar ne olacaktı? İnsan düşünmeden ve hissetmeden var olabilir miydi? Yapılan bunca devrim; icat edilen bunca makine düşünmeden ve hissetmeden ortaya koyulabilir miydi? Peki ya insanlığın bu güne taşıdığı bilgi ve birikim ne olacaktı? Bunlar düşünmeden yahut hissetmeden elde edilebilinir miydi? Bunları düşündükçe beyaz teni iyice çekilen Düşes’in odasının kapısını ikinci kez çaldı uşağı:

-Düşes’im orada mısınız? Saat öğlen oldu ve siz henüz kahvaltıya inmediniz. Eşiniz Dük William endişelenmeye başladığından beni, sizi uyandırmam için odanıza yolladı. Efendim orada mısınız? 

İnce uzun parmaklarını lüle bıraktığı sarı saçlarında dolaştırdıktan sonra Düşes, üstündeki yükün bir diğer vârisi olan ipek örtüyü kaldırınca, gördüğü manzara karşısında yükü ayaklarına inmişti: Bembeyaz yatağında büyük, koyu renkli bir kan birikintisi oluşmuştu. Bu birikintiyi gece rüyasında da gördüğünü anımsadığından gerçektekinin bir sanrı olduğunu düşündü. 

                  - Düşes’im! Eğer ses vermezseniz affınıza sığınarak ve Dük’ümün bana verdiği yetkiye dayanarak odanıza gireceğim. Lütfen ses verin! Orada mısınız? 

Peki nasıl bir sanrı ki eliyle birikintinin olduğu yere dokunduğunda eline kan bulaşıyordu? Bu sorular, bu yük, Düşes’i ne yatağından çıkarabiliyor ne de kapıdaki uşağına yanıt vermesine olanak sağlıyordu. Bir süre daha ses çıkarmayan Düşes’ini merak eden uşak, kapıyı açtı ve içeri girdi: 

  - Efendim! Beni bağışlayın! Yalvarırım bağışlayın! Fakat o kadar seslenmeme ve uyarıda bulunmama rağmen sizden ses gelmeyince endişelendim ve odanıza girerek size karşı kendimi mahçup bir duruma gark ettim. Gelgelelim Dük’ümüzün de emri buydu ama…

Eşinin o iğrenç sıfatını duymuş olacak ki tüm bu düşüncelerinden kurtulup, yüzünü tiksintiyle buruşturan Düşes: 

                 - Bak Frederik! O Prens her ne kadar senin efendin ise ben de o kadar senin efendinim. Ona yaptığın saygısızlık ne ise, bana da yaptığın saygısızlıktır. Onun emirleri nasıl geçerliyse, benim de emirlerim bir o kadar geçerlidir ve etkisi o denli güçlüdür. Eğer efendinin emrini yerine getirdiysen şimdi, çağırmalarına yanıt vermediğim zaman girdiysen odama, en gizli, en mahrem yerime, şimdi emrediyorum sana, git efendine sor bakalım eşinin odasına uşağı da olsa başka bir adamı nasıl sokabiliyormuş? Benim sana dediklerimi de aynen ilet kendisine. Telaşlanma sana hiçbir şekilde zarar veremez o nemrut suratlı!

Düşes’in alev saçan bakışları karşısında yanıp kül olmaya meyleden uşak, yerlere kapanıp bini bin özür dileyerek odasından ayrıldığında Düşes’in elindeki kan yere damlamaya devam ediyordu. 


***


Yatağından kalkan Düşes’in gözlerindeki alevin yerini, pencereden manzarasını süsleyen denizin dalgaları aldı. Huzur dolu hissettiği bu anın biraz daha tadını çıkarmak adına sağ elini pencerenin kilidine uzattığında odasının kapısı hışımla açıldı. Korkuyla irkilen Düşes, ‘kim bu münasebetsiz?’ dercesine kafasını öfkeyle çevirdiğinde, karşısında beş yıl önce evlendiği, kendisini büyüten babaannesinin son ihaneti kocası, York Dükü William’ı gördü. İpekten geceliği içinde karşısında eşini, biricik sevgilisini belki de kendisinden sonra tahtına geçecek olan çocuklarının annesi, huzurunu gördüğünde odaya girerken öfkeden kararmış gözleri yerini ışıl ışıl parlayan bir çift yıldız aldı. Altın yaldızlı kolalarından uzanan ince uzun parmaklarıyla sevgili Düşes’inin elini tutan Dük, bir süre sevdiğinin gözlerinin içine baktı. Karşısındaki kadın sanki dün gece beraber aynı yastığa baş koyduğu, biriciği, hayatı değil; demir fabrikasına yeni getirilmiş, eritme işlemleri için kullanılan alev kazanı gibi yanan gözlerle kendisini bir yabancıymış gibi süzen kadındı. Eşini, ipekle bezenmiş kollarından tutup yatağın kenarına oturdular: 

- Hayatım! Düşes’im! Biriciğim! Tahtımın biricik kraliçesi; tacımın en güzel parçası; huzurumun yansıması…Saat öğlen oldu ve sen hâlâ odamızdasın. Endişelendim…Yine krizin tuttu, düşüp bayıldın sandım. Neden kahvaltıya inmedin? 

Karnı bu türden girizgâhlara artık tok olan Düşes, bu iltifatları alaycı bakışlarla karşıladı. Kocasının ince dudaklarından dökülen bu sözlerin aslında bir yılan sinsiliğinde kendisinin ruhuna tısladığının da bilincindeydi nitekim: 

-Ahh! Ruhumun en gözde köşesi…Bu gece bir kâbus gördüm. Beni bugün uyandıran güneş, dün doğan güneşle aynı değildi. Üstelik…Üstelik, ellerim, vücudum, bu giydiğim gecelik üstümde fazlalık gibi geldi. Hislerimi ölçüp tarttım; o kadar ağır geldiler ki kalkamadım bu huzursuz gecelerin mezarı yatağımızdan. Sana da ayrıca kırgınım sevdiğim! Mâdem o kadar meraklandın, endişe duydun benim için, odamıza, baş başa kalabildiğimiz tek çatıya neden yabancı birisini gönderdin? Ben ki senin Düşes’in, biriciğin, hayatın, değil miyim? 

Bu sözlerin karşısında gözleri dolan Dük, bir iki kelam etmeye çalışsa da başaramamıştı. Kocasının karşısında bu denli çaresiz olmasından iyice keyiflenen Düşes, biraz da üstünlük kurmaya çalışma amacı güderek: 

- İzninle…Üstümü giyineyim. Kahvaltı etmeyeceğim. Akşam düzenlenecek baloya da lütfedersen eğer tek başıma gitmek istiyorum. Nitekim, uşak hazırlıklarımı tamamlayacaktır. 

- Bu balo ailemiz için oldukça önemli bir toplantı olma özelliği taşıyor sevdiğim. Kapıdan beraber girmemiz, en azından aile içinde huzurlu ve mutlu olduğumuzu davetlilere göstermemiz gerekmez mi? Hem annem – Majesteleri – ne der sonra? 

- Annene ve misafirlere, iyi, hoş, mutlu ve huzurlu gözükmek için beni kullanacaksın öyle mi? Diyorum ki, beni kullanmadan önce bana, uğruna o şaşalı sözcükleri sıraladığın, yoluna bedenini serdiğin sevgiline gerekli zamanı ayırsan ve şefkatini versen? Kararım kesindir sevdiğim. Ben başkalarının düşüncelerini tatmin etmek için kullanacağın bir oyuncağın değilim. Kaldı ki kaybedecek bir şeyim de yokmuş gibi görünüyor. İzninle üstümdeki bu ölü toprağını atmak istiyorum. 

Kocası odadan çıktıktan sonra bakışları maundan yapılmış komodine takılan Düşes, aynanın tam önünde bir çekmecenin açık olduğunu fark etti. Kaybettiğini sandığı bez bebeği orada bulursa dünyalar onun olacaktı. Gözlerinde hafif bir parıltı belirdi. Ayağa kalktı ve masaya yöneldi. Bu masa, ayna ile birleşik bir yapıdaydı. Çokları buna makyaj aynası dese de kendisi herkesin bildiği ve yaptığı yoğunlukta makyaj yapmazdı. Üç yaşındayken babası öldürülmüş ve kanlı elleriyle kendisine dokunmuştu amcası; rouge rengine, makyaja nefretle bakar o günden beri Düşes. O yüzdendir ki kendisi bu aynaya makyaj aynası demezdi; daha çok yaş aynası derdi. Sebebini soranlara ise, ‘her sabah uyandığımda bambaşka bir kırışıklık görüyorum yüzümde. Bana bunu gösteren işte gördüğünüz bu aynadır. Yaş alıyorum her gün bu aynayla,’ derdi. Yatağından kalkarken çekmeceye diktiği bakışlarını bu sefer maun masanın üzerindeki günlük kendi üstüne çekti. Ceylan derisiyle kaplanmış bu günlük neredeyse elli yıllıktı. Öyle ki, kendisinin değil annesinin günlüğüydü; kendi hikâyesini annesinin kaldığı yerden devam ettirdiği daha ilk sayfadan anlaşılıyordu. ‘Kız çocukları annesinin kaderini yaşar,’ demişlerdi bir gün, inanmamıştı: ‘Ben kendi yolumu çizeceğim. Elbette güzel yaşayacağım,’ der dururdu küçükken. Peki o zamanlar ‘kız çocukları annesinin kaderini yaşar,’ diyenler neyi kastediyordu? Annesinin hastalıklarını mı alırdı? Onun gibi şansı yaver gider yahut bahtsız mı yaşardı? Kocadan yana şansı mı olmazdı? Peki…Peki aynı durumlarda birebir aynı mı hissederlerdi? Sahi ya? Hisler de aynı mı olurdu? Ya mizaç? Bütün bunları kafasından geçirip bir de bunların yüküyle omuzları eğilen Düşes sonunda bakışlarını, bez bebeğini bulmayı umduğu çekmeceye yöneltti. Gördüğü karşısında ağzı açık kalan Düşes, son zamanlarda hiç bu kadar şaşırdığını anımsamıyordu. Öyle ki, çok geçmeden gözleri kızarmış ardından kararmış ve yaş aynasındaki yansıması usulca kaybolmuştu.