Kıştan sonra gelen mevsimin başlarında, bir pazar günü, güneş henüz tepedeyken sütlü kahvesinden bir yudum aldı Zemheri. Gözlerini bir noktada kilitlemiş, kaşları burnunun üzerinde birleşmek istercesine kuvvetlice çekiliyormuş gibi titriyordu. Seri bir şekilde nefes alıp veriyor ve arada bir işaret parmağını dolamış olduğu fincanın kulpunu başparmağı ile altından destekleyerek ağzına götürüyordu. Dışarıdan bakıldığında bir robota benziyordu. Öyle ki bardağının kenarına konan arının varlığından bir haber yine bardağını ağzına götürmek suretiyle kaldırdığında arının olası bir tehdit sezip kanatlanarak burnuna konması ile onu fark etti. 

Nereden geldi, neden geldi sorularını es geçip nefesine kadar yaklaşan bir gerçeğin yarattığı korku ve endişe duygularının tesiri altında kaldığında hareketleri üzerindeki kontrolünü kaybetmişti. Fincanın sapına doladığı parmağını kurtarmaya çalışırken kahvesinin bacağına dökülmesiyle çığlıkları dökülerek dudaklarından söz oldu, nihayet bir robotun aksine tepki verebilmişti. Saniyeler içinde yaşanan hadiselerin ardından masanın sağ tarafındaki ıslak mendile uzandı ve bir gayretle önce ellerini sonra leke bırakmaması için pantolonunu temizlemeye başladı söylene söylene.

"Neden hep beni bulur böyle şeyler, oldum olası korktum şu uçan sarı şeylerden."

Cemre ise sessizce olup biteni seyrediyor, sadece oradan izliyordu.

"Baharı müjdeler onlar, korkmana gerek yok. Neden güzel olan her şeyden korkarak hayatını daha yaşanılmaz hale getiriyorsun?"

Cemre'nin var olan her şeye güzel anlam yükleme gayesine ve kötü olaylar karşındaki sakinliğini içten içe kıskansa da bunu nasıl yaptığı ile pek ilgilenmek istemiyordu. Hemen hemen her iletişim kurduklarında yaşanan bu durumu alelade şikayet bildiren sözcüklerle geçiştiriyordu.

"Yine başladın Cemre! Kafamda kırk takla atan karıncalar var uçanı kaçanı yorumlayacak vaktim yok benim."

Cemre dudaklarına takındığı masum bir tebessüm ile anlıyorum dercesine kafasını salladı.

"O karıncalar için bir planın var mı peki?"

Her ne kadar Cemre'nin iyimserliğinden şikayet etse bile onunla olan arkadaşlığı daha derin ve sağlam bir anlam etrafında hayat buluyordu. Her insanın ihtiyacı olan şeydir anlaşılmak. Bunu ona karşılık gözetmeksizin yaşatan kişinin Cemre olduğunu az önce sorduğu soruyla tekrar anımsadı. Biraz evvelki memnuniyetsiz yüz ifadesinin yerinde daha uysal ve mağrur bakışların ardında sevgiye susamış bir ağacın gölgesi belirdi.

"Pek yok sayılır, afallamış gibi hissediyorum. Bir yandan gerçek sevgiyi ararken bir yandan da onu kaybettiğim için üzülüyorum. Nasıl böyle hissedebilirim aklım almıyor."

"Onu bulduğunda kaybetme ihtimalin olmaz, gerçekten bulsaydın bütün bu sorular anlamını yitirir, içinde yanan o hüzün ateşini harlamayı reddederlerdi."

"En kötüsü de bu değil mi zaten? Bulduğunu sanmak. Aldanışların en zor atlatılacak olanı. İnsanın kendini kandırması."

"Haklısın. Bu rüyadan uyanmaya benzer. Fakat uyandığında aradığın sevgiye daha çok yaklaşırsın. Hakikat seni üzmez, seni olduğun gibi kucaklamak için bekler. Ve en önemlisi kendini olduğun gibi kabul ettiğinde bunu hissedebilirsin. Sen kimsin? Tüm bu var oluşun sebebini hiç düşünmedin mi? Ben diyerek sahip çıktığımız kimlik ve başkaları adı altında ayırdığımız kimlikler farklı şeyler mi ifade eder? Aslında her birimiz ortak bir paydada bütün oluruz, bizleri sevgiden uzaklaştıran şey ise mutlak olduğunu sandığımız ben değeri değil midir?"

Şimdilik ruhunu fazlasıyla yoracak bu sorular karşında sessizliğini korurken işittiği bir kelimenin üzerine:

"Rüya demişken uzun zamandır rüya göremiyorum. Sanırım artık uyku orucumu açmam gerekiyor. Hatta öyle ki bazen neyin gerçek neyin hayal olduğunu ayırt edemez duruma geldim."

Neye ihtiyacı olduğunu saptayabilmiş olmanın verdiği rahatlama ile derin bir nefes verdikten sonra eşyalarını toparlamaya koyuldu. Eve gidip biraz uyumak için zamanlamasının gayet iyi olduğunu düşünüyordu. Güneş batmak üzere iken evde olurdu ve derin bir uykunun ardından yeni doğmuş bir bebek gibi olmak istiyordu. Uyurken olaylara müdahale yetkisi olmadığından sadece uyumak bile gerçeklerden kaçış için en güvenilir ve basit yoldu. Peki ya uyandıktan sonra? Rüyadan uyanışın anlamı tam olarak neydi? Ya yaşadığımız her şey bir rüya ise ve uyanınca derin bir nefes alacaksak?

Cemre ile vedalaşırken çevresindeki gözlerin üzerinde toplandığını hissetti. İnsanların kendisi hakkında neden bu kadar meraklı olduğuna anlam veremiyordu.

Eve vardığında Cemre'nin söylediklerini zihninde tekrar ediyor bir yere varmaya çalışıyordu. Her zamanki gibi uyumadan içtiği orta şekerli kahvesini hazırladı ve Mozart'ın 40. Senfonisini açtı. Kötü hissettiği zamanlarda ulaşabildiği en kolay ağrı kesicisi olarak tanımlardı bunu. Çivi çiviyi sökerdi nihayetinde. Öldürmeyen şeyin güçlendiği gerçeğini defalarca deneyimlemesine rağmen anlam vermezdi nedenine. Gereklilikten öteye cevap alamazdı her zikrettiğinde beyninde. Anlayamadığı, anlaşılmadığı bir yanının olduğunu savunur, her ne kadar ona belli etmese de soluğu Cemre'nin yanında alırdı bu düşünceler her tekerrür ettiğinde. Nitekim bugün de öyle olmuştu. Telvesine kadar içtiği kahvesinin son damlasını da yudumlayınca yatak odasına doğru hızlı adımlarla ilerledi. Yumuş yumuş battaniyesini üzerine çekip gözlerini kapattığı an pembe düşler ülkesine doğru yola koyulabilmek için çoraplarını çıkardığı gibi kendini yatağında buldu. Düşünceler kafasında raks ede ede bir sarmala döndü, derinlerdeki benliği uyanmaya başlarken bilinci yavaş yavaş dış dünya kapılarını örtüyordu ki kapı zilinin sesi ile irkilerek gözlerini açtı. Bir yandan hiç duymamış olmayı istiyor bir yandan da merek ediyordu kapının ardındaki kişiyi. Duymamış olma isteği merakının önüne geçemediği anda battaniyesini öfke ile üzerinden attı. Kapının önüne geldiğinde önce kapı deliğinden bakmayı tercih etti çünkü lüzumsuz birisiyse kapıyı hiç açmayacak ve böylelikle o tatlı uykusuna geri dönebilecekti. Görüş alanında kimsenin olmadığını fark edince daha da sinirlendi, çünkü herhangi birinin yanlışlıkla zile basma ihtimali kesinlik kazandığında ihtimallerin ifadesi ehemmiyetini kaybetmişti. Binanın kapısından basılmıştır belki diye kendisini rahatlatmak istedi ve megafondaki aşağı ile bağlantıyı kuran düğmeye basarak usulca "kim o?" dedi. Cevap alamayınca birkaç saniye önceki öfkesinin tam tersi bir rahatlama hissetti, bu kimseyle uğraşmak zorunda kalmayacak olmanın rahatlamasıydı. Kendisi, bu saniyeler içinde değişen duygu değişiminin pek farkına varamasa da yine saniyeler içerisinde az önceki öfkesini hissetti içinde, çünkü yatağına bir hızla girse de uykusu çoktan kaçmıştı. Ve o zile basan kimliği belirsiz kişi Zemheri'yi beynindeki karıncalarla baş başa bırakmıştı. Sessiz sedasız kalan ortalık da varlığının ve zihnin ortak bir bedende buluştuğu, zamanın ve mekanın sadece zihni için geçerli olduğu tam da bu anda, nefesinin sesini daha iyi duyabilmek için gözlerini kapattı. Bir müddet öyle kaldı. Gözlerini açtığında odasının karanlığa teslim olduğunu fark etti. Henüz güneş batmamış olmasına rağmen siyah panjur odaya hiçbir şekilde ışık girmesine izin vermiyordu. Biraz temiz hava almak isteğini fark etti ve pencerenin önüne geldi. Perdeyi aralayınca turuncudan kırmızıya çalan bir rengin yeryüzüne hakim olduğunu ve bu renge kadar sinmiş bir sükunetin daha önce hiç böyle hissettirmediğini fark etti. Sanki diğer bütün zaman dilimleri birleşmiş veyahut hiç yaşanmamış, yaşanmayacak. Tam olarak şu anın içinde saniyelerin, dakikaların, saatlerin anlamları özgürlüğüne kavuşup sonsuzlukta kaybolmuştu. Fırtına öncesi sessizlik denilen olayı tecrübe ediyor olabilir miydi? Sorular var olabilmek için cevaplanmayı sabırsızlıkla beklerken gaipliklerinde, zihinlere düşünce ilk cemre etrafı bir ışık demeti aydınlattı birden bire. Ardından kudretli bir ses yankılandı gökyüzünde ve sonra indi yeryüzünün misafirlerinin konakladığı toprak dedeye. Görebildiği her alanda su damlacıklarının toprağa kavuşabilmek için bir yarışa girdiklerine şahit oldu Zemheri. Camı açtı, elini pencereden dışarı çıkardı ve hızlı hızlı akan küçük hayat kaynaklarını teninde hissedebilmek istedi. Sonra bir anlık bunun doğru olmayacağını, onların yoluna engel olduğunu düşündü. Bu yüzden onları toprakla bir oldukları yerde görmeyi istedi ve o cennetten gelen kokuyu duymak için aşağıya inmeye karar verdi. Üzerine aldığı bir hırka ile merdivenleri üçer beşer bir coşkuyla indi. Dış kapıyı araladı ve ilk iş gökyüzüne döndü yüzünü. Önce gözlerini kapattı ve görmeden hissedebilmek istedi. Sonra duymak istedi yolculuklarının sesinin neye benzediğini, pıt pıt sesler geliyordu toprak ananın göğsüyle birleştikleri yerde. Bu kez gözlerini havaya dikti fakat bu durum uzun sürmedi. Öylece kalıp yukarıyı izleyemedi. Gözleri buna izin vermedi. Bunun için üzülmeye başladığı sırada kafasını yavaşça yere indirdiğinde ufak bir su birikintisi üzerinde gökyüzünün yansımasının olduğunu fark etti. Ve sanki var oluşun kendisini görebilmemiz için bizi duyduğunu hissetti. "Keşke ben de nereye gideceğimi, nasıl gideceğimi bilen yağmur olsam" diye geçirdi içinden. "Yolumu kaybetmiş, nasıl bulacağını bilmeyen bir başka varlık görmedim insandan başka" dedi arkadan bir ses. Bunun nasıl mümkün olabileceğini düşünmedi bile, kendisini görebilen bir başka varlığın olması ruhunu heyecandan deliye çevirmişti. Sesin sahibine dönebilmek için yüzünü çevirdiğinde geldiği yöne, kimseyi göremedi. Müthiş bir korku sarmıştı ruhunu. Deliriyor muydu? Yağmur kesilmiş miydi yoksa hiç yağmamış olabilir miydi? Işte şimdi ihtimaller ehemmiyetini kazanmıştı. Panikle şahitlerini aradı, saçlarına dokundu ve kupkuruydu. Ellerine, avucuna ve kıyafetlerine baktı ve hiçbir yerde bir iz bulamadı. Az önce gördüğü su birikintisine tekrar bakmak için bakışlarını yere doğru yöneltti. Ne bir su birikintisi vardı orada ne de su namına ufacık bir damla... Kırılmış bir ayna buldu tam şuracıkta. Eğilip aldı. Nasıl göründüğünü merak etti. İçindeki endişe suratına yansımış gözlerinden başlayıp tüm çehresini kuşatmıştı. Hafif bir tebessüm katmak istedi bakışlarına, dudaklarına verdiği ince bir çizgiyle daha mutlu görüneceğini düşünse de gözlerindeki korku kaybolmuyordu. Dudaklarının etrafındaki çizgilere takıldı gözleri, aynadaki yansımasından takip etti onları göz bebekleri ile. Daha önce hiç fark etmediği ince ve derin çizgiler vardı yüzünde. Kimi uzun kimi kısaydı. Bir tanesinin bittiği yerden diğerine atladı ve göz çevresindeki kaz ayağını anımsatan çizgilere bakakaldı. Ne zaman olmuştu onlar? Birden mi yoksa zamanla mı? İkinci ihtimal canını acıttı. Çizgilerde anlam aramaya başladı ta ki gözleri ile buluşana kadar. Gözlerinin rengi maviydi. Gökyüzünün, denizin ve bir anlamda huzurun rengi. Ortadaki siyah şey ise kara bir deliği anımsatıyordu. Gözlerinin maviliği o delikten içeri akıyormuş gibi bir illüzyona şahit oldu. Simsiyah küçücük bir nokta ile renkleri görebiliyordu, onları seçebiliyordu. Peki ya o ışığın kaynağını görebiliyor muydu? O beyaz ışığa bakınca gözleri yanıyordu. Belki de söylenegeldiği gibi güneşten gelmiyordu en büyük ışık demeti. İçindeki kilitli odalarından birinde saklanıyordu gerçek güneşi. O mavi gözlerindeki hüzün siyah noktadan içeri doğru çekildikçe parlaklaşıyor ve bir anlam olan huzur gerçekliğine kavuşabiliyordu. 

Yine o muazzam sessizliğin kollarında gözlerinin büyüsüne kapılmış gitmişti ki adının zikredildiğini işitti. Çok yakından gelen bir fısıltı gibiydi. Kaba motor bir hareketi gerçekleştirmek istemedi ve olduğu yerde dondu kaldı. Elindeki aynaya hafif bir açı kazandırarak arkasını görebilmeyi hedef aldı. Azıcık yukarı kaldırarak aynayı kulağının üzerine baktı. Cemre'nin gözleri ile karşılaştı. Birisine sarılmayı ne kadar da çok özlemişti.

Hikayeler bitmez, bitirilir.

Kimsenin hikayesinin bir sonu yoktur, her son kendi başlangıcını hazırlar. Yaşamın ahengine dahil olduğumuzda mucizeler yaşanmaz, mucizenin kelime anlamı olağanlaşır.