Tıpkı yağmur gibi düşüncelerim beni bu bastırılmış duygularımdan arındırır sanıyordum ama zihnime düşen her kelime beni daha da perişan ediyor.

İlgilendiğim, hoşlandığım bir nesneyi, bir insanı veya kendimi düşünmekten o kadar aç kaldım ki gün ışığına... Gün ışığı sadece arada kendini gösteriyor, tıpkı sabahlar gibi. Arada çıplak gözle güneşin rahatsız etmesi bir yana, bazen ilgilendiğim, hoşlandığım nesneler, kişiler ve bizzat ben kendimi o kadar rahatsız ediyorum ki beynim sadece düşünme üzerine odaklandığından diğer işlerini yapmaya çalışmıyor, beni yaşatmıyor ve bütün fonksiyonlarımı ele geçirip beni bitkisel hayata sürüklemek için sadece kalbimle iş birliği yapıyor. İnsanın kendi organlarının bu denli hain olması ne kadar üzücü değil mi? İçinde organlarınla düşman oluyorsun, onlar ağrıdı mı onlara kızıyor, acıdan mı, öfkeden mi bağırıyorsun, yoksa seni esir ettikleri için mi isyan ediyorsun? Yine de ilgilendiğim, hoşlandığım bir nesne, bir insan ve kendimi o hain organlarımla beraber götürmeye çalışıyorum. Onları kabul etmiyorum ama onlarla birlikte yürümekten de hoşlanıyorum. Acı bazen zevk veren bir duygu. O acıdan bahsetmiyorum, siz biliyorsunuz bu acıyı. Kendi moralinizi bozmak için yer arıyorken birbirimizin bu arayışına mükemmel bir şekilde yardım ediyoruz. Utanç duymuyoruz bu konu ile ilgili. Birbirimizin acı çekmesi için birbirimize yardım ettiğimiz ilişkilerimiz oluyor. Kendimizin bu ilişkideki yerini kendimiz belirlesek de her ilişkide roller aynı kalmıyor. Aynı güneşin bizi rahatsız ettiği bazı anlar gibi ilişkilerde bir acı çeken bir acı çektiren olmaktan zevk alıyoruz. Tabii söz konusu iki tarafta birbirine aynı yaklaşınca ortada bir sorun kalmıyor. Önemli olan dengesizlik mi, denge mi? Terazide sağ tarafın ağır basmasıyla sol tarafın ağır basması arasında ne gibi bir fark olabilir ki? Bir kral ile bir kralı taşıyan at arasında nasıl bir fark olabilir? İkisinin de güçleri aynı olsa, şekilleri aynı olsa, ikisinin de vücutları aynı olsa mesela? Cevap belli, içgüdü. İçgüdü sayesinde at, kralı taşımaya devam eder. Peki birbirimizin acı çekmesine yardım ettiğimiz bu kara parçasında bizim içgüdümüz acı çektirmek mi? Bizim kana susamış bir leopardan farkımız var mı? Onun sadece sivri pençeleri ve keskin dişleri, bizim dikenli düşüncelerimiz, bir cam kadar keskin sözlerimiz yok mu? Yine sorularla kafanızı veya düşüncelerinizi yorduğum için üzgünüm. Bu aralar düşünmekten alıkoyamadığım bazı şeyler var. Yengeç burcu olduğum için mi, yoksa sadece böyle biri miyim bilmem ama ben karşı tarafı çok düşünen, yıllarca hapis yatabilecek kadar ağır cezalar işlemiş gibi bir zihinle yoluma devam etmeye çalışıyorum. Tekrar ediyorum bu hapis boyunca vücudum bana yardım etmiyor, insanların vücutları da bana yardım etmiyor. Bir söz, sahiplenici, düşünceli bir söz, sadece beni bu hapisten kurtarabilecek kadar (aynı bir mahkemede karar açıklanıyorken herkesin ayağa kalkması gibi) güçlü olabilir. Bütün düşüncelerim ayağa kalkar ve dinlediği, izlediği o duruşmada sonucu dinlerken mutlu olabilir. Sonuç iyi veya kötü bir sonuç olsun, o sıkıcı tahta sıralarda oturmanın verdiği acıyı dindirebilir. İlgilendiğiniz birisinin olması çok güzel bir his, organlarınız kendinizi düşünmediğiniz için şaşkın bir halde ki normalde böyle çalışmaları gerekmiyormuş gibi sitem ederken sizi motive ediyor, size güç veriyor ve sizi hayatta tutmaya çalışıyor. Beyniniz ve kalbiniz hain iş birliğini bırakıp yıllarca ortak olan kardeşler gibi sizin vücudunuzu kırk yıllık bir esnaf lokantası gibi işletmeye başlıyorlar. Bu düşünce hapsim yirmi dakika sürdü. Daha da ceza yemeden bu duruşma salonundan çıkalım...


"Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz, sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur. İşte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geriye dönüşüdür. Bizi gidişten daha fazla etkilemesinin büyülemesinin sebebiyse kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir." (Marcel Proust)