Artık soğuk esen rüzgarları tenimde iyiden iyiye hissetmeye başlamıştım. Ağaçların yaprakları hiç de narin olmayan rüzgara karşı teslim oluyor, doğa yaklaşan kış mevsiminin haberini veriyordu bize.
Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Kasvetli bulutlar tüm gökyüzünü kaplamış, zaten melankolik olan ruhumu iyice ortaya çıkarmıştı. Dikkatimi çeken düğün konvoyu sayesinde kafamı indirip insanları izlemeye başladım. Hayat ne kadar garip ve çok yönlüydü. Bir grup insan en mutlu günündeydi. Bir grup insan ise az önce çıktığım cenaze evinde en acı gününde aynı konvoyu göçüp giden kişi için mezarlığa giderken oluşturmuştu.
Ölüm bir son muydu gerçekten? Ya da ölüm, ölen için mi vardı sadece yoksa geride kalanlara ders niteliğinde acı bir tecrübe miydi?
Herkes o kadar hayatın akışına kaptırmıştı ki kendini. Otobüsüne yetişmek için koşan bir kadın, arabasını yıkayan bir adam, kilometrelerce üstümdeki uçakta seyahat eden bir yolcu, küçük yaşına bakmadan zorlu yollardan geçmek zorunda bırakılan kağıt toplayıcı bir çocuk... Benim gibi durup "Ben şu an ne yapıyorum?" diyen var mıydı? Yoksa tekdüze, rutin hayata ayak mı uydurmak gerekiyordu onlar gibi?
Derken ben de beklediğim tramvayın sesiyle irkildim. Birkaç dakikaya tonlarca düşünce sığdırdıktan sonra rutin hayatıma geri döndüm. Tıpkı onlar gibi.