Var olmanın dayanılmaz sancılarınaydı; sonu gelmeyen, sonsuzluğa giden, teknik açıdan zayıf, fakat yoğun karalamaları. Her şey güzel giderken ansızın durup "Ben ne yapıyorum?" dediğinde kendine, huzursuzluk sarardı ruhunu. Neden insanlar kendisine, kendinin yönelttiği sorulara dürüst cevaplar vermezdi sanki? Kendi kontrolü altında olmayan, adı soyadı veya sosyal statüsü cevabı mıydı gerçekten "Ben kimim?" sorusunun. İnsan hiçbir şeydi, evet ya, bir hiçbir şey. Hiçbir şey de bir şey midir, yoksa hiçbir şey olduğunun idrakinde olmak mıdır zaten her şey? Koşmak, düşmek, sonra tekrar kalkıp tekrar tekrar düşmekti hayat. Sebebi neydi tüm bunların ölüm varken sonunda? Kendi varlığı anlamsız, yetmezmiş gibi daha önce hiç sorgulanmamış bir anlamsız varoluşun, sözün özü insanın gidip de sineklerin, tanrının varlığını sorgulaması ne kadar anlamsız ve gülünçtü. Düşüncelerine kısa bir ara verip kendine bir kahve almaya giderken "Aman sen de sorgulayıp durursun hayatın anlamını, anlamsız hayata anlam yüklemeye çalışırsın; hayatın anlamı varsa o da kahve içmektir, biraz da sigara." diye söylendi kendi kendine. Günlerdir yıkanmaksızın tekrar tekrar içilmekten sararmış kahve fincanına, tüm geceyi beraber geçireceği cezveye, küllük dışında her yerine küller dökülmüş mutfak masasına ve elindeki günlerdir kullanılmaktan sonuna dayanmış kurşun kalemine göz gezdirdi. Sahi ya, neden hala elindeydi bu kalem? Kendine bir kahve aldı, balkona geçti, sigara dumanından sararmış duvarların geçmişi düşündüren duygusallığına yaktı sigarasını.  

  

Nasıl başlamıştı düşünmeye? Tabii ya! İnsanın en iyi dostu olarak nitelendirdikleri şu saçma kitaplar. Kitaplar gerçekleri anlatırdı, gerçekler de kötü; kötüler mutsuzluğu getirirdi, mutsuzluksa daha fazla mutsuzluğu. Mutluluk dedikleri şey aslında gerçekleri bastırmaktı. Mutlu insanlar ikiyüzlü olurdu, alışmışlardı bir kere profesyonel oyunculuğa. Mutluluk dedikleri şey, mutsuz olmaya programlanmış bir makinenin kendi ayarlarıyla oynamasından başka bir şey değildi, kemik torbası yaratıkların mükemmelleşme çabasından doğan mutluluk, umut veya adı her neyse, insanın kendisine olan en büyük saygısızlığıydı. Fakat hayat öyle bir illüzyondu ki, hiçbir illüzyonistin sergileyemeyeceği bir oyundu, uzaktan bakıldığında gerçekleri görmek ve eleştirmek ne kadar da kolaydı fakat bu at yarışının içerisine girince gayrimümkündü gerçeklerin idrakında yürümek. Daha kendimizi tanıyamazken, bir hastalık olarak kabul edilen duygu durum bozukluğunun hayatın bir parçası olduğunun bu kadar farkındayken, duyguların değişimleri için on dakikalık bir oturma molası yeterliyken, bir sigara molasının ardından farklı bir karaktere bürünüp hayatımıza devam ederken nedendi insanları belli kalıplar içerisine sokarak yargılamak?Yardımseverlik dedikleri şey de kalmamıştı artık, yardımsever gözükme çabasından başka bir şey değildi. Aile sevgisinden yoksun büyümüş, kendisini topluma adapte etmeye çalışan, dik yürüyen robotlaşmış maymunlardı artık insanlar. Balkondan bakarken insanların nereye gittiklerinin dahi farkında olmadan bir yerlere alelacele hareket ettiklerini fark etti. Bazıları yanındakilerle hararetli bir şekilde siyasetten, spordan tartışıyor; kimisi yolculuğa biraz heyecan katmak adına kulaklıklarının düğümlenmiş kablolarını ayıklamakla meşguldü; kimisi kendi varlığını yok sayarak, etrafına tanrısal bakış açısıyla yargılayan bakışlar atıyor, kimisi asla gerçekleşmeyen hayallere dalmış, kendi dünyasını kendi elleriyle yaratmakla meşguldü. Sahi nereyeydi tüm bu aceleleri? Belki de yalnızca yalnızlıktan korkmalarından kaynaklanıyordu tüm bu anlamsız hareketler. Aslında yalnızlığa değildi korkuları, kendileriyle baş başa kalmanın korkusuydu. Haklılardı da ya zaten, kim hiç tanımadığı bir yabancıyla, ne konuşacağını bilmeksizin dip dibe nefes almak isterdi? Her bir canlının belgeselini yaptıydı da insanoğlu, kendi belgeselini-kendini mükemmelleştirmeden- yapma fikri neden hiç aklına gelmemişti?  

  

Biraz zaman geçtikten sonra ezan okunmaya başladı. Yine hararetli bir şekilde siyaset-spor tartışan insanlar ibadet etmeye gidiyordu. O sırada, ibadet etmeye giden insanları bakışlarıyla yargılayan, onlardan tiksindiği her halinden belli olan başka birisi balkondan onları izleyip karşılıklı oturduğu arkadaşına pek değerli çıkarımlarını hararetli hararetli aktarmakla meşguldü. Ne yapmaya çalışıyorlardı? Bağıran insanlar ve bağıran insanların kötü olduğunu bağırarak anlatan başka bir insan. Bir de bakıp olanlara anlam vermeye çalışan bizimkisi var tabii. Bu düşüncülerini bir kenara bıraktı ve biraz ders çalışmak için masasının başına oturdu. Çalışmayı seviyordu aslında. Sonu gelmeyen düşüncelerinden biraz olsun uzaklaşmak için, bilinmezliklere ve yeniliklere açılan birbirinden ilginç kitaplarla sevişmek eğlenceliydi. Fakat erken boşalma sorunu vardı sanki. Yarım saatte bir sigara molası vermek zorunda hissediyordu kendini, fakat olsundu, saatlerce sevdiği kadınla sevişebilenine denk gelinmemişken, bu baş ağrıtan kitaplarla saatlerce cebelleşmek nasıl mümkün olabilirdi? Anlayamıyordu zaten durmaksızın çalışabilenleri, biraz çalışmak ve yeni bilgileri sindirmek, pratikte ne işe yarayabileceğini düşünmekti çalışmak onun için. Fakat öyleleriyle tanışmıştı ki mola verme ihtiyacı hissetmiyorlardı. Saatlerce başka hiçbir şey düşünmeksizin, sadece çalıştığı, tek bir işe odaklanabilen daha doğrusu tek bir iş yapabilen bir beyin. Muhtemelen böylelerinin ya kafasında halledilmemiş sorunlar yoktu ya da gerçekten bir işten fazlasını aynı anda düşünemeyen sorunlu insanlardı. Bunları düşünürken bir yarım saat daha geçmişti masasının başında, bir sigara daha içmek için balkona attı adımını. Yeniden başladı incelemeye ve çıkarımlarda bulunmaya. Aslında küçük gördüğü onca insan, o kadar da küçük değildi. En azından bir işte başarılıydılar, kimileri bir enstrüman çalıyor, kimileri etkili konuşuyorlar, kimileri de hiç yoktan serseriydi, en azından karşı cinsiyeti etkilemek konusunda uzmanlaşmışlardı. Şöyle bir dönüp de kendisine baktığında, aslında insanları eleştirmekten başka bir işe yaramayan bir vasıfsız olarak hissetti kendisini. Günlerdir bir işe yaramadığını düşünmek kusturuyor ve uykusundan ediyordu bizimkini. Biraz kusmak için daha yeni yaktığı sigarasını söndürdü, kısa bir mide temizleme operasyonunun ardından dışarıya çıkıp biraz olsun temiz hava almak için günlerdir değiştirmeden giydiği pantolonunu, artık beline kilo vermekten fazlasıyla büyük gelen kemerine bir delik daha açarak geçirdi.      

  

Dışarısı kendisini güçlü göstermeye çalışan medeniyetten nasibini almamış mağara insanlarıyla doluydu. Ne katardı insana kendisini güçlü göstermek; yeni ilişkiler, dostluklar ve bu saçmalıkların getirdiği yeni sorumluluklar, ardından sorumlulukların getirdiği baş ağrıları ve pişmanlıklardan başka? "Kimse ne yaptığımı, nereye gittiğimi merak etmiyor, özgürlük dediğin böyle olur." dedi. Fakat özgürlük müydü bu yoksa sadece yalnızlık avuntusu mu? Özgür insan yalnız olurdu fakat bir o kadar da bunalımda. İnsanları özgürlükten korkutan da buydu herhalde. Özgür olmayan insan tonla sorumluluk altında ezilirken, sorumluluklardan ve pişmanlıklardan uzak olduğunu düşündüğü özgürlüğü hayal ederken, keşke farkında olabilseydi özgürlüğün çok daha büyük sorumluluklar getirdiğini. Bunların farkında olamasa da özgürlüğe, sorgulamaya atılan ilk adımın en azından geri dönüşü olabilseydi. Özgür insan pişmanlıklarının, hatalarının tek sorumlusunun yine kendisi olduğunun bilincinde olurdu, bu da büyük mide bulantılarını beraberinde getirirdi tabii. Bizimkisi bunu özgür iradenin olmadığına inanarak bastırmayı keşfetmişti. Sahi insanın ailesi, çevresi, genleri, sorunları bu kadar hareketlerini etkilerken nasıl özgür bir iradeden söz edilebilirdi? İnsanın bildikçe özgürleştiğini savunanlar da vardı fakat insan ne bildiğine bağlı olarak tam aksine bilgilerinin prangasına vuruluyordu bir süre sonra; cahillik mutsuzluktu, bilgelik çok daha büyük bir mutsuzluk. En azından aldığı bir sigarayı tadını sevmediği zaman çöpe atma imkanına sahipti fakat istemediği bir düşünceyi, soru işaretini uzaklaştırmak gayrimümkün. Kişi bilmeye başladığında önce bunları paylaşarak kendisini göstermek ister, zaten bilme arzusu da kendini gösterme arzusundan doğar fakat ya o kişi kendisini etrafına kabul ettirmeye çalışırken, etrafının kabul edilmek için uğraşılmaya değmediğini fark ederse? Veya bizimkisi gibi bir kadın gönlü çelmeye çalışırken, okuduğu kitaplardan aslında kadınların hatta insanların birbirinden pek de farklı olmadıklarını, o kadını etkilemekten çok daha önemli meselelerin olduğunun farkına vardıysa?Araştırma arzusu, bilgelik sevgisinden değil bilginin arzusundan kaynaklanıyorsa? Bu sırada bizimkisi bir banka geldiğini fark etti ve sakince oturdu.   

  

Sigarasını zar zor yanan çakmağıyla yakmaya çalışırken bir yandan etrafını inceliyordu; fingirdeşen sevgililer, hiç ölmeyecekmiş gibi siyaset tartışanlar, yarınlar yokmuşçasına rezil hareketler sergileyenler, mutlu olmak için çabaladıkları her hallerinden belli olan birtakım insanlar ve kendisi. Mutsuz insanlar, mutluluğun yolunu arıyorlardı ve mutlu insanlar da anın tadını çıkartmakla meşguldü. Fakat bizimki anlam veremediği bir şekilde mutsuzluktan haz alıyor, mutlu olmak için geçerli sebeplerinin aslında hiç de mutlu olmaya değmeyen olaylar olduğunu düşünüp kendi kendisini mutsuzluğa itiyordu. Haz veren mutsuzluk, ilk defa kendisinde görülen bir şey miydi, yoksa yıllardır böyleleri süregelip gitmişler miydi? Mutsuz olmak için geçerli sebepleri vardı (ya da mutsuz görünmek). Ne zaman mutlu olsa insanlar mutsuzluğuna çabalıyor, mutsuz olsa mutluluğuna çabalıyorlardı. Çoğunlukla da rahat bırakıyorlardı ve görmemezlikten geliyorlardı, tam da istediği gibi (ya da en çok korktuğu gibi). Dindar bir ailede yetişmenin getirdiği kendini eksik hissetmenin dışa vurumu olarak da kendisini cezalandırmak hoşuna gidiyordu. Hem ne zaman mutlu olmanın birazcık tadına bakacak olsa, tek dişi kalmış canavarların hareketlerinden sergiliyor veya hayat, mutlu olmanın cezasını geciktirmiyordu. Kaç gündür, ne kadar hayattan tat alamasa da, ölüm korkusuyla cebelleşmekle meşguldü. Ne derdi Epiküros; “Ölüm geldiğinde sen burada olmayacaksın, sen varken de ölüm gelmeyecek!”, o halde neden korkuyordu? Zaten onu korkutan ölüm değil, ölümden sonra ne olacağıydı. Ölümden sonra ne olacağı da pek önemli değildi aslında. Acı çekme ihtimali korkutuyordu onu. Hoş, kendisini cezalandırmayı, acı çekmeyi seviyordu fakat cezalandıran hayat olduğunda bundan çok büyük bir ıstırap duyuyor ve korkuyordu. Bu yüzdendir bazı arkadaşları arasında adaletin nasıl sağlanacağını tartışırdı fakat masumların canını düşündüğü için değil, kendi haklarının ihlal edilmesinden korktuğu içindi. Yine Epiküros'un dediği gibi: “Kanunlar bilgeler için konmuştur, ama haksızlık etmesinler diye değil, haksızlığa uğramasınlar diye.”  

  

Etrafını istihza eden gözlerle irdelemeye devam ederken önünde koşan bir kız çocuğunun yere kapaklandığını gördü, annesi bunu fark etmemişti. Hiçbir şey yokmuş gibi davransa gaddar olduğu düşünülebilirdi. Yok kız çocuğunu kaldırmaya kalkışsa annesi tarafından sapık olarak nitelendirilebilirdi, hiçbir tepki kabil değildi. Etrafına, kıza koşup yardım etmek yerine, bizimkini (kıza en yakın o olduğu için yardım etmenin ona farz kılındığını düşünerek) sinirli bakışlarla irdeleyen insanlar doluşmaya başlamıştı. Neyse ki en sonunda bir kadıncağız yardım etmeye karar verdi de bunu da atlatmış oldu. "İşte mutlu olmamak için bir sebep daha. Biraz önce mutlu olsaydım bu yaşanan gerginlikle büyük bir şok yaşayacaktım fakat zaten mutsuzum, beni ne mutsuz edebilir ki?" diye söylendi kendi kendine ve etrafını incelemeye devam etti.  

  

Yan tarafındaki banka iki yaşlı amca oturdu ve pek de güç olmayan bir akıl yürütmeyle anlaşılacağı gibi siyasetten tartışmaya başladılar. Fakat ülkelerinin geleceğinden, atılan doğru ve yanlış kararlardan bahsetmiyorlardı. Tek dertleri belli partilere, kişilere körü körüne bağlanmaktı. Sanki, kendilerinden pek de bir farkı olmayan, aciz insanlardan ibaret olan siyasetçileri savunurken, kendi tanrılarının doğruluğunu kanıtlamaya çalışan farklı dinlere mensup iki dindar gibi görünüyorlardı ve hakaretler havada uçuşuyordu. Sadece bir fikir olarak kalması, dimağlarda yaşaması gereken ideolojiler, dinler; protesto, eylem, tartışma konusu oluyor. Pratiğe dökülmesi gereken bilim ve felsefe sadece fikirlerde yaşıyordu. Belki de fikirler de bile yoktu ya! Zaten asıl sorun da bilim, felsefe tartışmamak değildi; senden olmayanı yok et mantığını bir kenara koyarak ahlak sınırları içerisinde kalabilmekti. Bunun nasıl sağlanılabileceğini düşündü bir süre. "Her ne iş yapılıyorsa, işine sıkı sıkıya bağlanmak; işleri bir külfet olarak görüp savaşmak yerine bir tutku olarak görüp sevişmekle insanların hakaret dolu sözleri, gerginlikleri yok olabilir. Kişi işine tutkuyla yaklaşmadığında sosyal hayatında hayvansal içgüdüler patlak veriyor, günümüze ışınlanmış avcı toplayıcı kabilelere benzeyen toplumlar ortaya çıkıyor." diye söylendi kendi kendine. Bu sırada yeniden mide bulantıları tuttu. Hamile kadınlar gibi dolaşıyordu, sadece aşermesi eksikti. Oysa aşermesi de olsa kendisini ilk hamile erkek olarak tanımlayacak ve en azından bir şey olabilmenin tadına bakacaktı. Yakınlardaki bir umumi tuvalette işini hallettikten sonra, gözüne ilişen cıvıl cıvıl ışıklar saçan bir kafeye yöneldi. Kafe en az dört kişinin oturabileceği, okulun ilk gün andavalı misali grup halinde takılan insanlara göre tasarlanmıştı. Geri gitmeyi düşündü fakat bir kez giriştiği işe geri dönüşü yokmuşçasına devam ediyordu. Bir insan öldürmeye niyetlense, o kişi artık ölü ya da eceli yaklaşmış birisi olarak nitelendirilebilirdi. Cam kenarında bir masaya oturdu, dışarıdan gelip geçen insanları incelemek adına, fakat inceleyen olmak isterken incelenen olmuştu, sokaktan gelip geçenler sanki bugüne kadar vahşi hayvanlar tarafından yetiştirilip ilk defa kendi emsallerine rastlamış misali ona bakıyorlardı. Kendisini camekanda sergilenen bir ürün gibi hissetti bir anlığına. Sokaktan nasibini alamayacağını anlayınca, kafenin içerisindekilere yöneldi. İlk bakışta grup halinde oturan insanlar arasında asosyaller dışında kendi grubundan başka bir şeyle ilgilenen yoktu. İyice bir göz gezdirdikten sonra, kafeyi bir evlenme programından pek de farklı bir yer olmadığına yordu. Birbirini tanımaya çalışan, doğru aşkı arayanlar, yıllardır sevgili olmanın da etkisiyle aşkı (aşk denirse) alışkanlığa tahavvül edip bir gözü birinde öteki gözü diğerinde olanlar, yine harıl harıl gündem tartışan fanatik magandalar ve tabii yine anlam vermeye çalışan bizimkisi. Sevgilileri biraz inceledikten sonra aslında hiç de birbirlerini sevmediklerini, gözlerinin ışıldamadığını fark etti. Aralarında aşk değil de yıllar sonra buluşan lise arkadaşlarının dostluğu, sevgisi var gibiydi sanki. Sahi ya! Neden ıstırap çektikleri dışarıdan üçüncü bir gözle bile bakıldığında anlaşılan bu insanlar birlikte olmaya devam ediyorlardı?Biraz daha incelemeye devam ettiğinde, muhabbet etmekten çok fotoğraf çekilip sosyal platformlarda paylaşmak için bir araya geldiklerini anladı. Bu aşk değildi! Bu, iki değersiz insanın, birbirlerine değerliymiş gibi hissettirip kendilerini değerli görme çabalarından başka bir şey değildi. Sosyal medyayı da bolca kullanıyorlardı, o da zaten değersiz insanların gruplar halinde birbirlerini değerli hissettirme çabalarından doğuyordu. Bu insanların kendilerine olan saygılarının neden arşa çıktığını şimdi anlıyordu. Kendi yalanlarına kendileri de inanmıştı! Aynı zamanda bedenlerin ve paranın konuştuğu ilişkilerdi bunlar. Muhabbet edememelerinden, etseler de aşkım, cicimlerin havada uçuşmasından bariz bir şekilde anlaşılıyordu zaten bu. Kendisi çok bir ilişki yaşamasa da bozulan pek çok ilişkiye şahit olmuştu. Aklı, hoş sohbeti değil, bedeni ve parayı pazarlama üzerine kurulan bu ilişkiler hep sevgililerden birinin karşısına daha fazla paralı veya daha güzel birisinin çıkmasıyla son bulurdu. Her ilişkiye yeni bir sayfa açtıklarını düşünüp girerlerdi, bu doğruydu da aslında, fakat aynı defterin başka bir sayfası olduğu gerçeğini de değiştirmez. Aynı zeka seviyesine sahip başka insanlarla daha fazla para veya güzellik (bazen her ikisi) için girilen, öncekinin aynısı bir ilişkisi. "Bekaret bunun için önemlidir, namus kimin umurunda! Benim değil! Fakat her hareketimde eski sevgilisini hatırlayacak bir kadınla ne yapayım!" diye söylendi kendi kendine. Peki aşktan bahsedip duruyordu da aşk diye bir şey var mıydı ya gerçekte! Aşk dedikleri de bir çeşit takıntıydı, kişinin güzellik ölçütlerine uyuşan, hiç beklenmedik bir anda hoşa giden bir kadının veya adamın aşırı düşünülmesinin sonucu olarak doğan bir hastalıktı. Bunda zaten kötü bir şey yoktu, fakat keşke takıntılar karşılıklı olabilseydi. Hep biri birini daha çok severdi ve her ne kadar tek taraflı da olsa aşkla kurulan ilişkiler de masallardaki gibi mutlu sonlarla değil gerçek ve acı sonlarla biterdi. Bunları düşünürken garsonun kendine doğru yöneldiğini fark etti. Kafasında bir mizansen yazmaya başladı; garson gelecek, "Ne alırsınız?" diyecek, bizimki de "Sade bir Türk kahvesi." diyerek kahve ısmarlayacaktı kendine. Garson yanaştı ve bu pek romantik oyunun kendisine düşen payını oynamak üzere hazırlandı, ardından "Beklerken bir şeyler içmek ister misiniz?" diyerek kendine düşen kısmı tamamladı. "Nereden anladı ölümü beklediğimi, yoksa içimden geçenleri mi okuyor bu namussuz!" diye içinden küfürler yağdırmaya başladı bu garson kılığındaki büyücüye. Fakat garson bizimkinin birini beklediğini düşünerek yöneltmişti bu soruyu. "Hayır, bekleyeceğim!" diyerek başından savuşturdu garsonu, bir yandan arkasını döndüğü anda kafeden kendisini dışarıya atmak için hazırlanırken. İşte dışarıdaydı, derin bir nefes aldı ve evine doğru yöneldi.   

  

Akşam olmak üzereydi, yine kendini afet zannedenler bir şeyleri bir şey etmekle meşguldü. Ömürce sürecek yalnızlık düşüncesini tezahür ettiren; farklı insanların, yani birlerin yine farklı bir biri meydana getirişine duygulandı ve bir sigara yaktı. Sevgilisi yanından yürüyordu ve onu ne kadar sevdiğini, hiçbir zaman bizimkine ihanet etmeyeceğini sayıklıyordu. Bizimki sigarasını yudumlarken bir yandan çıkarımlarını sevgilisine anlatmakla meşguldü, bir gözü birinde diğeri ötekinde olan insanların dünyanın aslında en büyük namussuzluğunu yaptığından bahsederek, bu hayattaki tek yaşama sebebi olan aşkının bir gün elinden kayıp gitmesini önlemek adına tüm kelime hazinesini ortaya koymaya çalışıyordu; pek şahane hazinesini sevgilisine paylaşmakla meşgulken, bir yandan da birkaç gün önce kendisini kanıtlamak için yanıp tutuştuğu ve şu an arkalarından onların ulu aşkını hayranlıkla izleyerek gelen bazı insanlara karşı, zengin felsefi birikimi sayesinde üste çıkmanın gururunu yaşıyordu. Önüne bakarak yürüyor, sevgilisinden başkasını nasıl da gözünün görmediğini sadece anlatarak değil hareketleriyle de gösteriyordu. Çok vakit geçmeden bir polis sireni duyuldu, kafasını kaldırıp baktığında, bizimkine zıt yönde yürüyen insanların bizimkinin dalgın bakışlarına alaycı mimikleri, hepsinin bir hayalden ibaret olduğu gerçeğini bir tokat gibi yüzüne çarptı. Hem zaten sigarası da bitmişti, bir tane daha yakmayı düşündü fakat oturduğu apartman görünmüştü. Sitenin içine girdiğinde arkasından başka birisinin daha nefesini hissettirecek derecede peşinden geldiğini fark etti. Yine bir yanılsama olup olmadığını anlamaya çalıştı, yanılsama değildi. Arkadaki yabancının kendini öldüreceğini düşünerek adımlarını hızlandırdı, yabancı bir süre sonra başka bir bloğa yöneldi. Uzaklaşıp yabancıya bir göz gezdirdiğinde, katil değil de kapıcı olduğunu kendisine kabullendirmesi uzun sürdü. "Kapıcılar katil olamaz mı, asıl en iyi katil kapıcılardan olur!" diye söylendi kendi kendine. Aklına düşen veya bir yerlerden okuduğu her doğruyu, kendisinin de anlam veremediği bir şekilde gerçek belliyordu. Belki de sadece araştırmaya ve düşünmeye devam etmek istemediğinden, sadece tembelliğinden kaynaklanıyordu bu. Apartman kapısından içeri girip asansöre yöneldi. Asansör kapısı açıldığında deminkinden çok daha yabancı bir yabancı karşıladı kendisini. Arkasındaki yabancıları tanımadan önce, bu aynadaki yabancıyı tanıması gerekiyordu.  

  

Yanık kokan kahvesini agresif fakat bir o kadar da durgun bir eda ile yudumlarken, aslı olmayan bir kopyanın, asıl olup olmadığı anlaşılamayacağı için, insanlara karşı kullandığı bu biraz agresif biraz durgun maskenin özgünlüğünden ötürü palyaço emsali dolaştığının anlaşılamayacağını düşlüyordu. Bu maskeyi insan içerisindeyken kullanmak bir nebze işe yarıyordu sahiden, fakat evde de maskesini çıkarmıyor, bu durum onu bir hayli yoruyordu. Sanki hayali gözler tarafından sürekli gözlendiğini zannediyor. Fiziksel ihtiyaçlarını karşıladığı zamanlar dahil kendisine belirlediği sınırlar dahilinde hayatını idame ediyordu. Hayali gözlerin peşinde olduğunu düşünmesinden kaynaklı olarak; kalabalık bir ortamda, kendisine yapacak bir iş bulamamış bir adamın bu durumu gözetlendiğine veya yalnız kaldığından ötürü küçük düştüğüne yorarak derin düşüncelere dalmış gibi büyük bir ciddiyetle çenesini, başını kaşıması misali sürekli düşünceli bir hali oluyor ve bu düşünceli hal ona gerçekten de bir şeyler düşünme ve keşfetme fırsatını tanıyordu. Belki de yaptığı çıkarımları, çoğu insan tarafından bir hastalık olarak belirtilecek olan hayali gözlerin etkisi sayesinde yapıyordu. "Kendimle alakası olmayan, çocukluğumdan kaynaklanan bir hastalığın getirdiği derin izlenimlerimden çıkan tasarıları nasıl benimmiş gibi gururlanarak aktarabilirim?" diye söylendi kendi kendine bizimki. Kitap okumaya, düşünmeye hayatın karşısına tesadüfen bazı olayları çıkarmasıyla başlamıştı. Aslında insanların başarıları, yine kendileriyle alakaları olmayan belli başlı düşünce kalıplarının onları tam pes etme noktasında yeniden motive ederek çalışma yolunda devam ettirmesi sayesinde gerçekleşiyordu. Başarısız insanlarda ise tam tersine pes etme noktasında veya işin en zor kısmı olan işe başlama kısmında onları motive edecek düşünce kalıplarının daha önce hayat tarafından karşılarına çıkarılmamasından kaynaklanıyordu. Koyu kıvamlı, acı kahvesinden bir yudum daha aldı ve düşüncelerine devam etmeye çabaladı. Bir yerden sonra anlam veremediği bir şekilde dimağı yeni tasarılar oluşturmakta güçlükler çekiyordu ve eski tasarılarının bir kısır döngü halinde kafasında tekerrürleriyle boğuşuyordu. İnsan da dahil olmak üzere hayvanlarda doğuştan gelen refleks, bilgi, mistik düşünce, apriori (veya adı her neyse) bulunuyordu. Fakat bir yere kadar gidiyordu bu önsel bilgilerden doğan tasarılar. Bu yüzden saatlerce kitaplar okuyarak ve insanları inceleyerek izlenimlerde bulunuyor ve üç beş saatlik izlenimlerin ardından yarım saat civarlarında da olsa yeni tasarılarda bulunmanın hazzını yaşıyordu. Bu durum ona özgün fikirler yaratıyor ve insanlardan farklı oluşunun, kendisini bir tanecik hissetmenin verdiği mutlulukla, artık alışkanlığa tahavvül etmiş melankolinin çukurundan bi' nebze çıkma fırsatını yakalıyordu. Belki de yine sadece kendisini kandırıyordu.   

  

Bu kandırmacaya bir son vermek için halatı usulca doladı boynuna. Artık özgürlük sadece terleyen ayakları altındaki taburenin özgürlüğüne kavuşturulmasından geçiyordu. Hayatını tekrar gözden geçirdi; hatalarını, kusurlarını, onu sinirlendiren şeyleri. Ölümün kurtuluş olup olmadığını sorgulamaya başladı. Uzun zamandır düşündüğü ve onu hep cezbeden intihar, korkunç ve yanlış gelmeye başladı. Kendi düşüncesini farklı düşünceler tufanında harmanlayıp bir sonuca varan bizimki, bu sonuca da aynı yolla varmıştı ama anlam veremediği bir şey ona bunu yapması için engel oluyordu. Korkmuyordu, peki neydi ona bu kararı tekrar sorgulatan? Halatı usulca boynundan çıkardı. Biraz önce üstüne basmakta olduğu tabureye oturdu. Masasının üzerinden kalan son sigarasını aldı, yaktı. Küçük odasının onu sıkıştıran, üzerine geliyormuş hissi uyandıran duvarları arasında kararı ve hayatı üzerine tekrar düşünceye koyuldu. Bu sırada sağanak yağmur başladı. Küçük odasında ölümünün ardından iyice çürümek arzusunda olduğundan, kokunun komşular tarafından hissedilmemesi için araladığı pencereden gelen kokuyu, toprağın kokusunu hissetti. 

  

...