"İnsan kendi duvarlarını yıkamayınca, yeni duvarlar İnşa ediyor."dedi. Biraz düşündükten sonra "İnsan duvarlardan ibadettir." cümlesini ekledi. Bunu söylerken yüksek tonla söyledi ama kimse duymadı.

"Bir duvarı büyütmek için kaç tuğla lazım bilmiyoruz, duvarımıza kaç tuğla taşıdılar bilinmiyor." Bunları da ekledi. Sonra şunu da söyledi "İnsan duvarının enkazında kalan bir varlıktır." Bunu söylerken yürümeye devam etti.

Hafif tempoda yürüyordu. Yürümenin sadece bir eylem olduğu uğultulu bir bahar gününde yalpalayarak yürüyordu. Yaza hasret şehrin sıkışmış bir ayında, saatlerin zamana küstüğü bir aralıktan geçiyordu. Kalbi filizlenmişti de işte bir güzün tortusu kalmıştı kozasında.



Duvarına ilk tuğlayı koyanı bilmiyordu ama son tuğlayı kimin koyduğunu çok iyi biliyordu. "Önemli olan nasıl başladığın değil önemli olan nasıl bitirdiğindi" bunu sessizce düşündü. O kadar sessiz düşündüki kulakları duymadı. Çiğerleri de bu cümleyi büyütmek için oksijen taşıdı yangınına. "Güzel bitecek." diyordu. "Güzel bitmesi için yürümem gereken yolların hepsini güzel taşlarla ördüm." Bunu söylerken gülümsedi. Temposu hızlanmıştı, adımları sıklaşmıştı. Telefonu çıkardı, spotifydan Imany’nin ”Slow Down" parçasını açtı. Kulaklığı taktı. Kendini ezginin kuçağına bıraktı. Bırakırken belki de duvarında bir tuğla eksilmiştir. ”Duvardan tuğla eksilmez, duvarı yavaş yavaş yıkmak gerek sadece” dedi. Bunu söylerken adeta yıkmak istercesine koşmaya başladı. Ya duvara yetişmek için ya da şarkıya yakalamak için koştu. Kimse bilemedi.



Adımlarının iz bıraktığı her santimetre kareyi düşündü. Ağırlığının altında ezilen her neyse onu düşündü. ”Biz kimin ağırlığı altında eziliyoruz? Kendi ağırlığımız yeterken bize o tuğlayı o duvara kim koydu lan!" Sustu. Ayaklarına yüklendi. Ayakları bedenini terk etmek istiyordu. Ayakları düşünceleri terk etmek istiyodu. ”İnsan kendinden kaçabilir miydi, insan kendinden nereye kaçardı?" dedi. Kendi kendine konuşarak, kendisi için koşarak yoluna devam ediyordu. Baktı daha on bin adım bile atmamış. Kızdı kendine. Kendisine sorarsak birkaç milyon adım atmış olmalı en azından kendinden uzaklaşmak için ama makina için sadece on bin adım!



Etraftaki gürültünün farkında değildi. Yanı başında geçen, çalışan insanları görmüyordu. Eğer kafasını sağa çevirse onu bakan birini görebilecekti. Ama kafasını çevirmedi, ona bakanı da fark etmedi. Eğer baksaydı güzel bir kadın görecekti. ”Deli mi ne, kendi kendine konuşuyor!” ama kadının söylediği bu cümleyi duyamazdı çünkü kulağında kulaklık vardı. İyiki de çevirmedi yeni bir tuğlaya hacet yoktu.


Tempoyu düşürmüştü. Güneşin dağlara sığındığı bir mevsimde kendini ısıtmaya çalışıyordu yürüyerek ya da koşarak. Ne fark eder terlemek istiyordu. Terleyince belki düşüncelerimi de gözeneklerden atarım diye düşünüyordu. Sonra gider bi banyo yapar, rahatlarım diye söylendi. Çiğerlerini dinlendiriyordu. Çiğer kendini en hızlı yenileyen organmış. Bir yerden okumuştu. Deniz anaları beyni olmadan yaşıyormuş. Bunu da okumuştu. Düşünceleri daldan dala atlıyordu. İlhan Berk, bazen tanımadığı evlerin kapısını çalıp Ünlü şair İlhan Berk burada mı oturuyor diye sorarmış. Sorarmış ki İlhan Berk adında ünlü bir şairin olduğundan insanların haberi olsun diyeymiş. Bunu da okumuştu. Neler neler okumuştu. ”İnsanın okudukları da bir duvar sayılır mı?" Bunun üzerine çok düşünmedi. Koşmaya devam etti.


Hatırlıyordu. Bir şubat akşamıydı. Günlerden Çarşamba, saatlerden on birdi. Gecenin on biriydi. Kar yağıyordu. Biraz karı herkes severdi. Camdan sokak lambası altında süzülen kar tanelerini izliyordu. Birbirine değmeden düşüyordular. Bir şubat akşamı işte kalsın orada. Hatırlamak istemedi. Bilmenizi istemedi. Yaraları başkaları görünce kabuk bağlaması daha uzun sürer diye düşündü. Kesin düşündü. Kalıbını basarım düşündü. And olsun ki düşündü. Siktir oradan!


Gökyüzünde ne kadar tanrı varsa hepsini alaşağı etti

Yeryüzünde ne kadar tanrı varsa hepsini kazıdı.


"İnsan kendisinin tanrısı olmalı” tanrı olmak için daha hızlı koştu. Adımlarına yeryüzü yetmiyordu. Hani yapabilse evrenin bütün gezegenlerini koşacaktı. Yapamadı, sadece koştu. Kendinden uzaklaşmak için koştu. Tanrılardan uzaklaşmak için koştu. Bir durağı yokmuş gibi koştu. Bir sonu yokmuş gibi koştu.


Hatırlıyordu. Doksan altı senesiydi. Mevsimlerden güzün başlangıcıydı. Güneş hala dağlara kızıllığını veriyordu. Şehir daha küçüktü, sokaklar daha büyüktü. İlişkiler daha sıcaktı. İlkokul öğrencisiydi. Mavi bir önlüğü beyaz bir yakalığı vardı. "Hatıraları bir kenera bırak, hatıralar acıyı uzatıyor. Her şeyi unut." Unutmak için koştu. Yeni bir sayfa açmak için koştu. Ne kadar hızlı koşarsa her şey daha kolay unutulacakmış gibi koştu.


Neden sonra nefes nefes kaldı. Boşluğa düşer gibi kaldı. Uzayda bir göktaşı gibi kaldı. Gözde bir siyah nokta olarak kaldı. Adeta vücudu kilitlenmiş gibiydi. Son attığı adım yerine çivilenmiş gibi kaldı. Koştuğu yer adeta tabanlarına yapıştı. Etrafına baktı, yanındakiler de durmuştu. Ona bakan kadın da durmuştu. Ne yapayım diye düşündü. Ne yapsın ki?


Elektrikler kesilmişti, yürüyüş bandından indi. Bench press aletine doğru yol aldı. ”Değil tuğlayı o duvarı kaldıracağım lan!" dedi. Dediği şeyi sadece kendisi duydu." Dört çarpı sekiz, otuz iki defa kaldıracaktı. ..