Karanlık bir odaydı burası, fon perdelerin sıkı sıkıya kapandığı, kitapların sıra sıra dizildiği dağınık desen değil toplu desen değil, garip bir ruh haliyle dizayn edilmişti. Çalışma masası sıra sıra üniversite hazırlık kitaplarıyla dolmuş, fosforlu kalemler bu karanlık odaya renk getirmişti. Yerde eski bir kilim, kapıdan girince sağ tarafta yorgun bir eski karyola ve hasır minderlerle çevrilmiş bir kitaplık. Hasır minderlere oturup küçük zigon sehpasının üzerine koyduğu lambasıyla saatlerce kitap okuyordu. O yani Süreyya. Babaannesinin ismi verilmişti doğduğu gün yani bebekken ve bir bebekten büyüyüp serpildiğinde babaannesi kadar güçlü bir kadın olması bekleniyordu. Onlar yani ailesi tarafından. 

   Bohem bir kızdı Süreyya. Son model evlerinde işte böyle bir oda dizayn etmişti kendisine. Tüm eşyalarını eskiciden toparlamış, kitaplarını koklamaya kıyamadığı sahaflardan bulmuştu. Özenle satın aldığı kitaplarında 1. basım, 2. basım yazdıkça kitapların içeriği, ismi, yazarı umrunda değildi; kalbinde bir ferahlık hissediyordu. Antikacı olmalıydı… 

   Olamazdı. Cerrah olacaktı, annesi gibi babası gibi ablası gibi ve dahi babaannesi gibi, ünlü bir cerrah.

   Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini araladı. Saat 6’ydı ve pencere kapalıydı. Arkadaş’a seslendi, o yani Arkadaş Zekai Özger: 


pencereyi kapama

gök dolabilir içeri

sen neyi görebilirsin

ıslak bir bulutun ağışını mı

pencereyi kapama

kuş dolabilir içeri

sen neyi taşıyabilirsin

kırık bir dalın yükünü mü

Pencereyi aç

Soluğun çıksın dışarı

sen büyütmedin mi ciğerinde onu

Kokusu hayatı yıkasın diye

Pencereyi aç

Sesin sarsın dünyayı

Duyulur elbet ta ötelerden

Yürek kendini tanır

Sıklıkla arkadaş dediği en sevdiği şairle dertleşir, hatta sıklıkla ondan cevaplar duyardı. Şiiri okumuş, yüzünü suyun buz kırağı soğukluğuyla yıkamış, filtre kahvesini demlemiş ve odasına geri dönmüştü. Saat 6.35 olduğu anda Arkadaş, ona “Bugün cerrah olmayacaksın ufaklık.” demişti. Bugün cerrah olmayacağım. Duvarındaki saate aralıksız bakıyor dakikaları sayıyordu, bugün büyük gündü en nihayetinde. Dakikalara sığdırdığı geleceğini, bir tatlı sınavla, şimdi öğrenme zamanıydı. Tatlı sınav zehir olup hücrelerini sarmıştı, bugün ya kanser edecekti ya kanser edecekti. Başka bir çıkış yoktu. “Burdan çıkış yok, yabancı.”tabelasıyla karşılaşmış şaşkın bir tavşan gibiydi. Gözleri kocaman. Cerrah olacaksam da mutsuzum olmayacaksam da mutsuzum diye düşündü.

   Kahvesini bitirmiş, her türlü mutsuz olacağının hesaplamalarını yaparken saat 7 olmuştu işte. Acaba kaçta açıklarlar, şu sıralamayı diye düşündü. Bir mucize olacaksa şimdi derhal söylenmeli. “Sınav iptal, sınav iptal değil ama aileler iptal. Hadi Süreyya, aileni ve o kocaman beklentilerini geride bırak, kendine bir çıkın yap ve ışığa doğru yürü kızım .” deseler vallahi de yürürdü. Geride herkesi bırakarak… İnsan koca bir seneyi tek bir amaç uğruna tükettiğinde ve insan bir mengeneye sıkışmış hissettiğinde herkesi her şeyi geride bırakabilirdi. Her şeyin ilkini beraber deneyimlediği ailesini bile… Saat 7.30’du ve Süreyya ilk baba deyişini ilk emekleyişini ilk bisiklet sürüşünü ilk denizde yüzüşünü hatırladı. Hepsinde ailesi yanındaydı. Bu kadar ilklerimi paylaştığım insanlardan bu kadar nefret ediyor oluşumun mantıklı açıklamaları elbet vardı ancak duygusal anlamda kendime bunu yakıştıramıyorum diye Arkadaş’a dert yandığı sırada saat hala 7.30’. İşte evdekilerin sesi geliyordu. Annesi kahvaltıyı hazırlamış, Süreyya masaya bekleniyordu. Güne kahveyle başlayan bu 15 yaşındaki kız, kahvaltı yapmayı sevmediğini bir türlü ailesine kabul ettirememişti. “O sofraya oturulacak, küçük hanım.” Babasının diktatör sesi yankılandı kulağında. İçinden peki tamam deyip küfretti. Ben minnoş bir ev kedisi değilim, yani normal şartlarda değilim ama toplum beni kurallarıyla buna itiyor. Ne zaman bağımsızlaşırım dediği sıralarda saat 8’di ve ÖSYM’nin sıralama motoru açılmıştı. Evet Süreyya şimdi sıralamasını görecek ailesine haber verecek, hepsi başına üşüşecek ve sonrası belirsizlik. 

   Sayıyla 6000, yazıyla altı bin, 6bininci… sıralama buydu, lanet sıralama. Dedeoğlu ailesi bu sıralamaya layık değildi. Hayır hayır, motor bozuldu, ekran saçmalıyor, başka bir tc girmiş olmasın. Herkes konuşuyordu. Devrilen gözler, moraran suratlar. Nihayetinde Süreyya süper zekaydı. Bu sıralama yanlış olmalıydı. Süreyya gerçekten süper zekaydı. Bilsemde okumuş ted kolejlerinde büyümüş, Galatasaray lisesine 1.sıradan girmiş şimdi de Hacettepe tıp okumak için hiçbir engeli olmayan süper zeka bu kız 6 bininci olamazdı. Demin emeklediğim anı bile hatırladım, ben kolay kolay bildiğimi unutmam, zekam sınırsız benim ama işte 6bin kişi fark atmış bana diye düşündü. Mutluydu. Evet evet mutluydu. Asla bir cerrah olmayacaktı. Ailesi artık bu sıralamayla aptal bir ev kedisi olduğuna kanaat getirip kendisiyle uğraşmayı bırakıp başarılı ablasına yönelebilirdi. Süreyya’dan olmuyordu işte. 

   Hava kararmaya başlamış akşam yemeği hazırlanıyordu. Kimse konuşmak istemiyordu. Süreya mutluydu. Bir tek o mutluydu. Hepsini üzdüm, böylece bütün tirenler çarpabilir bana diye düşündüğü sırada kapı çaldı. Aile dostları gelmişti, yanında kızlarıyla. Neydi bu, gövde gösterisi mi, yılların intikamı mı! Bu kız Süreyya’yla aynı yaştaydı ve küçükken hep bir adım geriden gelirdi. Ne kadar çabalarsa çabalasın kızı geçemezdi. Bugün geçmişti, sonunda varlığını adadığı amacına ulaşmıştı. “-Amacınız nedir, Pelinsu hanım? -E vallahi de Süreyya’yı bir kere olsun geçersem gözlerim açık gitmez.” Al işte moron, geçtin beni, mutlu ol diye içinden küfretti, Süreyya. Artık mutlu değildi, bu aptal kıza verdiği armağan ailesine verdiği armağan kadar mutlu edememişti. 1000. Yazıyla bininci. Bindirdin mi güzel kızım diye bakıyordu Pelinsu’nun babası. Kendi babasına baktı, kızaran bir yüz, Süreyya2yla göz göze gelemiyor. Annesi ağlamaklı, içinden kesin “Aptal Cavidan’a beni rezil ettin iblis kızım.” diye düşünüyor. Ojeli parmaklarınıza hiç yakışmayacak bir düşünce şekli Canan hanım, sizi kınıyorum diye düşündü kız ama söyleyemedi. Akşamın ilerleyen saatleri saat 8.30, Süreyya ablasının yumuşak dokunuşuyla oturduğu daha doğrusu büzüştüğü koltukta sıçrıyor. Bir tek ablası anlıyordu onu, bu dokunuş son damlaydı. İstemiyordu kız kendisine acınması özellikle de ebedi düşmanı ablası tarafından. Sabahtan bu yana gerilen sinirleri bir anda boşaldı, ayağa kulağındaki uğultuyla çok ani kalktı ve tüm dünya dönmeye başladı. Saat gece 10’da Süreyya bir hastanenin yumuşak yatağında gözlerini açtı. Güzel bir hemşire başında sevecen bakışlarla bakıyordu. “Nasılsın, güzel kız?” 

“Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey

Nasılım

Baktım ki, ben Ruhi Bey

Nasıl olan Ruhi Bey

Daha nasılım.

Gün evde başlamış hastanede sona ermişti. Süreyya dışındaki herkes mutsuz, şiirsiz ve müziksiz. Süreyya daha da iyi olurum diyordu, bendeki bu bereket versin zeka oldukça ve şiirle de birleşirse oho ben çok iyi olurum, Arkadaş, dediğin çıktı bugün cerrah olamayacağım. Ama yarın?