İsteğim vardı yaşamak için, tutunduğum dal veyahut seçtiğim yol. Dallar uzatırlardı ellerini maviliğime, içimde kırılan dalgalarıyla kıyıları, kumları döven bir deniz misali olan bu eşsiz maviliğe. Bulutları da aşardı dalların o narin, kırılgan elleri. Yoldan farklıydı dalgaların maviliğime yani gökyüzüne bağlanış öyküsü. Ama ikisinin de çabaları aynıydı. İkisi de alabildiğine uzanıyordu, birisi inceldiği yerden koparken birisinin sonu uçurum oluyordu, tıpkı içimdeki nafile çabalarımın bir zamanlar yaşam isteği olması gibi. İsteğimi içimde sonuçsuz kalmak bitirdi, onlarıysa umutlanmak. Bir zamanlar açlığımı bastırdığını zannederken susuz bırakan o umut.
Umudun bir gün korkuya dönüşür mü gerçekten? İnandığın yerden mi kırılırsın? Yoksa inandığın şey mi olur yarın? Turuncu mudur umutlar yoksa arada kalmışlık mıdır rengi? Gri olan hayatlarımızda belirsiz olmak için mi varlar da arada kalmışlık diyebilelim? Öyle olsalardı neden korku derdik ki, neden kırıldığımız asgari seviye olurlardı? Sonucuna ulaşamadığın her umudun sonu kül olmaktır, griden gelmese de griye gider; günün birinde söz olup sadece havada kalan toz zerreleri olacak olmaları gibi.