Edebiyat, en büyük ilgi alanlarımdan biridir. Buna rağmen lise edebiyatından hoşlanmıyorum. Ezbere bir şekilde, insanın edebiyattan soğumasını sağlamak için ellerinden geleni yapıyorlar öğretmenlerimiz, sistem. 

Yazarların, şairlerin hayatlarını anlatırken doğum ve ölüm yılları arasındaki o kısa çizgiyi hiç sevemedim. Koca bir hayatı iki farklı yıl arasına sıkıştırmıştır çünkü. Yazarın eserlerinden bahsederler, ancak o yazarın dertlerinden, hangi duygularla yazdığından, katarsislik yöntemlerinden asla bahsedilmez. Sadece yokluğu konuşulur. Ne kadar acınası.

Bir de şu durum var ki, yazarlar ancak ölünce değerlenebiliyor. Yani bir yazarın tanınması için ölmesi gerekiyor. Öldükten sonra onun değerini bilmeye, takdir etmeye başlıyoruz. Birçok insan Küçük İskender'i öldükten sonra tanıdı. Şiirleri öldükten sonra hak ettiği değeri gördü. Yaşarken değerini bilmediğimiz yazarlar, elimizden kayıp gidiyor... 

Genç yazarların edebiyat raflarında yer bulabilmesi oldukça güç. Çünkü maalesef ki ülkemizde genç kelimesi "toy" olarak kullanılıyor. Biri genç ise çömezdir, bir şey bilmiyordur, cahildir. Ancak bunu söylerken o "gençlerin" hayatına, yaşantılarına bakılmaz. Çünkü konuşmak, yermek kolaydır. İnsanın kendi ezikliğini bastırmasını sağlar. Bu yüzden hayattayken destek vermez, bilakis tekmeler atarlar. Düşünce de "Aman efendim, çok yetenekli bir kardeşimizdi. Yazık oldu..." demesini bilirler. Çünkü artık rekabeti kalmamıştır. O kazanmıştır. Bu yüzden kendini başkalarına adar ve insanları düşürmeye çalışır. Yurdum insanı kıskançtır biraz...

Edebiyat derslerinde sürekli yazı yazardım. Bir yazı etkinliği yapıldığında büyük bir şevkle hocama teslim eder ve övülmenin tadını çıkarırdım. Ama bu övgüler sonradan bana yalan gelmeye başladı. Ve daha sert yazmaya başladım. Bu sefer tepki aldım. Çünkü artık özgündüm. Klasik bir yazı yazmamıştım ve bu alışıldık değildi. Bu yüzden kısa bir mırıldanma ile karışık, "Aferin..." sözünü duyar oldum. Pek içten değildi bu aferinler. 

Hayatımın ana teması tiyatro. Yazı yazmayı da çok sevdiğimden bu iki gücü birleştirmeye karar verdim ve bir oyun yazdım. Büyük bir Frida Kahlo takıntısı olduğum için konusunu seçmem zor olmadı. Oyunum tek kişilik ve Frida'nın hayatını anlatan bir biyografi oyunuydu. Okulumda oynamak için sabırsızlanıyordum. Ta ki oyunumu edebiyat hocam okuyana kadar... Oyununun kışkırtıcı ve ahlaksız olduğunu, dinsel bir saygısızlık barındırdığını söyledi... Halbuki oyunumda şunlar yazıyordu hocanın beğenmediği: "Benim dinim de, Tanrım da resim!" 

".... Ve karnımdan girip vajinamdan çıkan bu direk..." Bu iki cümle ve dahası... Vajina kelimesine kıl olmuştu, bunun bir ayıp olduğu, oyunumda bunu telaffuz edemeyeceğimi söyledi. Dünyada o kadar küfür varken bunu sessiz kalıyor, fakat vajina kelimesini doğru bulmuyor. Hmm...

Vajina demek ayıp, ama sokakta herkes birbirinin a**na koyuyor. Vajina demek ayıp ama önüne gelen birilerinin ağzına s***yor. Vajina demek ayıp!

Velhasıl, eğer bu cümleleri kaldırırsam oyunu belki oynayabileceğimi söylemişti hoca. Bir hışımla oyunumu elinden aldım ve yanından ayrıldım. Bu bana bir saygısızlıktı. Daha sonra bu oyunu o sıralar eğitim aldığım bazı oyuncu ve bilen insanlara okuttum, bazılarına oynadım. Çok beğenildi...

Kadıköy'de bir yerle anlaşıp oyunumu oynayacaktım. Her şey süper gidiyordu. Ta ki pandemiye kadar. Bütün planlarımın suya düşmesiyle beraber şevkim kırılmıştı. Bunun nedeni çoktu elbette, ama asıl sebep kendi okulumun bana destek vermemiş olması.

Demem o ki, okul edebiyatı insanı edebiyattan da sanattan da soğutur. Ben inadına devam ediyorum ancak şevki kırılan her insan devam etmiyor. Bu yüzden edebiyat derslerine çok da kulak vermeyin derim. Onu sadece dersten geçmek için dinleyin. Kitapların isimlerini öğrenin ama sonra okuyun. Yazarların hayatlarını okuyun. Çünkü edebiyat dersinde her şey bir ömür arasına konulmuş kısa çizgi kadar ucuz. (1935-1980. Anlamayanlara örnek)