Kasra:

— Ama efendim, bu yol çok uzun. Bana keçi yolundan gelmemiz gerektiğini söylediler.

— Keçi yolu neredeymiş?

— Şu ormanın içinden girip biraz yürüdükten sonra sağa döneceğiz, biraz daha yürüyünce yol görünüyor.


Maerus, şüpheli bir tavırla spor şapkanın siperliğini tutup Kasra’ya dönerek:

— Emin misiniz o yolun da eve gittiğine? Sanki eve giden başka yol yok diye biliyorum ben.

— Var tabii ki efendim, bir de keçi yolu var işte… Siz patika mı diyorsunuz ona?

— Evet, patika diyoruz.


Kasra, böbürleniyormuşçasına:

— Bizim buralarda keçi yolu deniyor efendim, patika deyince kimse anlamıyor… İzin verirseniz size bir hikaye anlatayım bununla ilgili… Geçen bir yabancı gelmiş bura-


Asertan:

— Çok uzun mu?

— Yok, o kadar uzun değil, eve varmadan biter zaten… (Alınmış gibi bir edayla) Zaman geçsin diye dedim ben.

— İyi, peki, anlat bakalım.

— Geçenlerde bir yabancı gelmiş işte buraya, yolunu kaybetmiş ormanın içinde, biraz dönüp dolaştıktan sonra keçi yoluna gelmiş. Baktı olmuyor; telefonla arayayım da beni alsınlar, demiş kendine, telefonla aramış bizim muhta-


Maerus, dikkatini çeken iğne yapraklı bir ağacı işaret ederek:

— Şu ağacın adı ne?

Kasra, hangi ağaç diye baktı çevresine. Parmakla işaret ettiği yerde bir sürü ağaç vardı.

— Hangisi efendim?

— Şu işte.


Asertan:

— Şu iğne yapraklıyı diyor sanırım.

— İğne yapraklı mı? Efendim, benim gözler… Nasıl denir ki… Görmüyor sanki ama öyle değil… Yani uzağı görmüyorlar… Doktor bana adını söylemişti de… Neydi ya… Mitop muydu, mikrop mu ne… İsterseniz yakınına gidelim.


Asertan, umursamaz bir tavırla:

— Aman, boş ver canım, ne yapacaksın ağacın adını.

Maerus:

— Hiç... Rüyamda öyle bir ağaç görmüştüm sanki. Acaba bir anlamı var mı diye merak ettim...

— Devamını hatırlıyor musun rüyanın?

— Evet ama biraz uzun.

— Anlat bakalım, merak ettim.


Kasra, acaba ben anlatsam mı hikayemi, diye düşünüyordu. İçinden "Ne kadar nezaketsiz insanlar... Ben anlatıyordum, bölüp durdular. Şimdi ise unuttular, hiç takmıyorlar. Gel de küfür etme... Belki burada yaşanan bir şeyin ilginç olmayacağını düşünüyorlardır, bizi küçük görüyorlardır. Ben büyük efendiye söylemiştim; bunlar bizi insan yerine koymuyorlar, sadece alacağı paraya bakıyorlar, demiştim." diye geçiriyordu. Bu arada Maerus’un rüyası bitmiş ama Kasra inat olsun diye hiç dinlememişti, kendi içindeki öfkeyi bastırmaya çalışıyordu. Neredeyse eve varmışlardı.


Asertan, Kasra’ya dönüp:

— Sen bir şey anlatıyordun, bitti mi?

— Yok efendim, bitmedi… Önemli değildi zaten… Geldik.

— Sana da ayıp oldu ama...

Çatallaşan sesiyle:

— Yo, yo, hiç de bile... Alınmam ben. Hem bir şey olmadı ki…

Maerus, elini cebine atarak:

— Sana da zahmet verdik. O kadar yol geldin.

Elindeki iki yüzlük banknotların arasından bir ellilik bulup uzattı:

— Al bakalım.

Kasra, sinirlerine hakim olmaya çalışarak ağlamaklı bir şekilde:

— Yok efendim, siz beyimizin misafirisiniz, görevimiz bu.

— Peki, teşekkür ederiz. Artık gidebilirsin.


Kasra içinden sövüp duruyordu. Eve gidene kadar etmediği küfür bırakmadı. Dişlerini sıkmaktan, dişini kırmaktan korkuyordu, aman Allah korusun, diyordu. Paraya mı üzülseydi yoksa anlatmadığı hikayeye mi, bilemedi... İnşallah kaybolurlar da yolu bulamazlar, diyordu. Evin önünden giderken de köpekleri saldı; belki misafirleri ısırıverir, diye ümit ederek...