Aysel önündeki tarhana çorbasında boğuldu. Zaten tarhanadan oldum olası nefret ederdi. Masadakiler daha ne olduğunu anlayamamışlardı ki yere yığılan Aysel’i gördüler. Bayıldığında beyaz ışık falan görmedi. Üzüldü belki buna. Gözlerini açtığında kolunda serum, beyaz bir hastane odasında da değildi. Zaten bayılmamıştı, Aysel’in oyunlarından biriydi bu da. Çorba sıcak olduğu için yüzündeki ufak yanıklarla atlatmıştı bunu.
Aysel ne zaman bu hâle gelmişti, kimse hatırlamıyor. Kimileri ilkokulda sık sık Aysel’in altına işediğini ve arkadaşlarının onunla dalga geçtiğini, bu yüzden böyle olduğunu söyler. Kimileri ise annesinin yan komşu İbrahim Usta ile onları terk etmesinden sonra böyle olduğunu söyler. Kimileri televizyon izlemekten kafayı sıyırdığını düşünür. Rivayet odur ki Aysel’in efsunlu doğduğu bile söylenir mahallenin yaşlıları tarafından. Aysel’i doğurtan ebe, Aysel’i doğurttuktan sonra Aysel’in gözlerine baktığında kör olmuş. Mahallenin yaşlıları da bu konuda hemfikir değildir. Kimisi konunun ebe ile hiç ilgisi olmadığını söyler. Aysel’in annesi onu doğuracağı zaman kasabada doktor olmadığı için şehre gitmek zorunda kalmış. Kar, kış, kıyamet, tipi, yollar kapalı falan değilmiş neyse ki. Sade bir bahar günüymüş. Acele ile binmişler at arabasına, koyulmuşlar yola. Aysel’in annesinin çığlıkları baykuşların çığlıklarını susturmuş. Akıttığı terler yağacak yağmurları gökyüzünden kovmuş.Hatta Aysel’in doğumundan sonra on yıl yağmur yağmadığı da söylenir. Köpeklerin havlaması yeri göğü inletmiş. Aylardır aç kalan kurtlar yollarını kesmiş. Aysel’in zavallı babacığını parçalamışlar.Ne söylentiler biter, ne de rivayetler.
Oysaki gerçeği bilen tek kişi Aysel’di. Yaratandı o. Gökyüzünü yaratmıştı. Okyanusları, ormanları, dağları, ejderhaları, tek dişi kalmış canavarları, kunduzları, ateşi, Hades’i, Ondine’yi... Artık yaratmaktan sıkılmıştı, yok ediyordu. Tek tek siliyordu yarattıklarını yeryüzünden. Aslında topluca yarattığı yeryüzünü yok etse daha kolay olurdu lâkin Aysel bunu yapamayacak kadar yorgundu.
Aysel’i bir süre sonra eve gönderdiler.İyice ayıldıktan sonra kendini kalabalığın arasına attı. Kalabalıklar arasındaki yalnızlığında kaybolmuyordu tabii ki! Kalabalıklar içinde görünmez oluyordu. Böylece yarattığı ve yok ettiği şeyleri düşünmüyordu. Gelip geçenleri izliyordu, hiçbir şey düşünmeden.Bir cümle arasında adını duyar gibi oldu, irkildi: “Aysel git başımdan seni seviyorum…” Sağına soluna baktı, göremedi. Gelmiş miydi acaba? Gözlerini getirmeye çalıştı gözlerine, “bir yaralı haykırış…”
Aysel bu işte… Hâlâ geleceğini zanneder. Aysel’in nişanlısı çalışmak için şehre gitmiş, bir daha da dönmemiş birisi değildi. Çünkü Aysel’in nişanlısı yoktu. Yaratmaya çalıştı ama bir türlü başaramadı. Her seferinde bir şeyi ya eksik ya da fazla oluyordu. Mayadan mıydı, undan, şekerden mi, bilemedi. Nişanlı dediğine bakmayın, nefesinin nefesine değeceği birini bile yaratamadı Aysel. Belki kendisi bozuktu. En gerçekçi durum buydu sanki.
Yoktu işte başka cehennem, kendi yarattığında yaşıyordu Aysel de. Efsunlu Aysel, bozuk Aysel, cânım Aysel…
Öykü Ağtaş
2020-05-16T03:47:48+03:00Teşekkür ediyorum.