EKMEK KURANDAN ÜSTÜNDÜR.

Evimiz küçük bir tepenin yamacında. Sağ tarafında mezarlık var. Sol tarafında ilköğretim okulu. Önünde geçen ekim ayında budadığımız kocaman bir dut ağacı. Evin girişinde kara kış bastırmadan bitmeye yüz tutmuş odunlar ve bir iki torba kömür karşılıyor beni. Gülümsetiyor, kaygılandırsa da insanın içini ısıtıyor işte. Evin dış kapısı demirden. Demir kapıdan girince küçük bir giriş. Girişte, sağda demir kapının arkasında kitaplıkta yer kalmadığı için üst üste dizilmiş dergilerimiz. Dergilerin önünde katlanmış ütü masası ve çamaşır askısı. Dergilerin sağında bir giysi dolabı. Giysi dolabının içinde birkaç palto, eşofman ve misafirler için birkaç terlik. Giysi dolabının üzerinde ayakkabılarımız. Girişin solunda bir iç kapı. Kapı üç metrelik bir koridora çıkıyor. Koridora girince sağ tarafta büyük ve yeşil çerçeveli bir boy aynası. Aynanın biraz ilerisinde ise lavabo var. Lavabonun sağında tuvalet, solunda banyo. Koridorun sol tarafında bir çamaşır makinesi var -kapağını mora boyadık geçen sene-. Çamaşır makinesinin üzerinde duvara monte edilmiş dört katlı tahta bir raf. Rafın en üst katında uzun zamandır açılmamış bir nargile kutusu. Başka bir rafta saç kurutma makinesi. Diğer raflarda sabunlar, şampuan, diş macunu, deterjan kremler dizilmiş. Az ilerisinde bir metre aralıkla iki oda kapısı yan yana. Çamaşır makinesinin yanındaki ilk oda yatak odası. Havalar soğuk. Oda soğuk. Elektrikli soba odanın ısısını beş saatte on dokuz derecenin üzerine çıkaramadı da vazgeçtik odayı kullanmaktan. İkinci oda oturma odası. Odada hiç durmadan yanan bir kömür sobası, iki çekyat, bir bilgisayar masası, bir kitaplık ve üç aylık bir bebeğin beşiği var. İnsanın sıcak bir sobası ve bir bebeğinin olması güzel şey. Koridorun tam karşısında mutfak var. Mutfağın girişinde sağ tarafta tezgah ve tezgahın üzerinde soğuktan yıkayamadığım birikmiş kirli bulaşıklar. Mutfağın sol tarafında mutfak kapısı, bir buzdolabı, buzdolabın karşısında ocak. Buzdolabının yanında küçük bir masa var. Masanın üzerinde on günden fazladır -herhalde- birikmiş küflenmiş ekmekler duruyor.

Evimiz küçük bir tepecik üzerinde. Sağ tarafında bir mezarlık var. Sol tarafında bir ilköğretim okulu.

Güllü, ilköğretim dördüncü sınıfta okuyor. Kendisi dışında üç ablası iki küçük kız kardeşi var. Güllü annesiyle aynı adı taşıyor. Güllü’nün en küçük kardeşi hariç hepsi okuyor. Güllü güzel, akıllı kız. Matematikte çok zorlanıyor. Matematiği iyi olduğu için Esra’yı kıskanıyor ve her sınavdan sonra öğretmenine “Esra’yı daha çok seviyorsunuz, beni sevmiyorsunuz.” diye notlar gönderiyor; hem de notları Esra ile gönderiyor. Güllülerin iki köpeği var, biri siyah biri beyaz. Tavukları var ve birkaç büyük baş hayvanları. Bayat ekmekleri haftada bir Güllü ile gönderiyorum. Bir keresinde bayat ekmekler küflenmişti de Güllü’nün annesi “çok birikmesin, küflenince hayvanlar yemiyor,” demişti. Bu defa da çok bekledi ve küflendi ekmekler. On gün tatil, iki gün öncesi, üç gün sonrası derken birikti işte ekmekler. Bayatlamış, küflenmiş bir poşet dolusu ekmek.

“Ekmekleri göndersem mi?” diye kara kara düşünüyorum. Poşetin ağzını açmaya kalktım, yoğun bir küf kokusu kapladı her yanı, hemen kapattım. “Ekmekleri çöpe atsam mı?” diye düşündüm. Hayır çöpe atamam. Atamam, olmaz, içim el vermiyor ekmeği çöpe atmaya. Üzgünüm ve kızıyorum bu kadar zaman beklettiğim için.

Ah teyzeciğim!

Mutfağa girip ekmekleri her görüşümde hep rahmetle andığım teyzemi hatırlıyorum. Teyzem “Ekmek Kuran’dan üstündür!” demişti bir keresinde bana.

Teyzemi son görüşümden bu yana uzun zaman olmuştu ve ölüm haberini aldığım anda ilk bu sözünü hatırladım nedense. Teyzemin cenazesine beş gün geç gitmek zorunda kalmıştım. Teyzemin son anlarını kızından dinlediğimde de “ekmek Kuran’dan üstündür!” sözleri kafamın içinde bir yerlerde hatırlatıyordu kendini. “Hiç acı çekmedi,” diyordu kızı. Hep gülümsüyormuş kızına. Her tarafı iğne, serum izleriyle delinmiş , kararmış, morarmış bir vücuda rağmen kendisi kızına moral vermeye çalışıyormuş. Yüzü, gözü mosmor olmuş, şişmiş. Tanınmayacak hale gelmiş öldüğünde. Teyzemi alıp eve getirmişler. Teyzemi yıkayacaklar. Herkes şaşkınlık içinde kalmış. Kimse inanamıyormuş ama yeminler ediyor teyzemin kızı, teyzemin yüzü bembeyazmış. Ne bir morluk ne bir şişlik varmış yüzünde. Vücudu bembeyazmış.

Teyzemin taziyesi. Taziyede beş yüz kişilik yemek ve ekmek yaptırmışlar. “Binden fazla kişi geldi,” diyor kızı. Kısa boylu, tombiş bir kadındı teyzem. Güleç yüzlüydü ve insanın içini garip bir şekilde ısıtan bir sıcaklığı vardı. Teyzemin bu kadar seveni olmasına hiç şaşırmıyorum. “Tekrar ekmek, yemek yaptırmaya vaktimiz olmadı,” diyor kızı. Ama gerek de kalmamış çünkü beş yüz kişilik ekmek bin kişiden fazla insana yetmiş ve artmış. “Yemeğimiz ve ekmeğimiz iki katı bereketlendi,” diyor. “Annem israfı hiç sevmezdi,” diyor. Teyzemi rahmetle anıyoruz. Teyzem israfı hiç sevmezdi. Teyzem çöpe ne bir kaşık yemek ne de bir parça ekmek dökerdi.

İçim sıkılıyor. Ekmeği götürüp evin arkasına koysam. Orada sürekli köpekler ve kediler geziniyor.

Ekmeği götürüyorum evin arkasına bırakıyorum. Karla karışık yağmur yağıyor. Hava çok soğuk. Hızlıca eve doğru kaçıyorum. “Beklese miydim acaba?” diye düşünmeden edemiyorum sonra.

Kediler tiksinerek geçiyorlar küflenmiş ekmeklerin yanından. Köpekler sırt çeviriyorlar ekmeğe.

Ben evde düşünmeden edemiyorum: “Ne oldu acaba ekmekler?” diye.

Evimiz küçük bir tepecik üzerinde. Sağ tarafında bir mezarlık var. Sol tarafında bir ilköğretim okulu. Gündüz cıvıl cıvıl çocuk sesleri gece yerini mezarlığın karanlık sessizliğine bırakıyor.

Mezarlıktan birer birer ölüler küflenmiş ekmeğin kokusuna geliyorlar. Ah, vah edenler, dövünenler. Havada yoğun bir küf kokusu. Gökyüzüne doğru sis gibi yeşil bir küf yayılıyor ve gittikçe her tarafı kaplıyor. Ölüler gittikçe çoğalıyorlar evimizin etrafında. Evimizin her tarafını dört dönmeye başlıyorlar. Önce yavaş yavaş sonra koşar adımlarla durmadan dönüyorlar. Çığlıklar atıyorlar. Mumlar yakıyorlar evimizin dört bir yanında. Yüreğim ağzımda, pencerenin önünde kilitlenmiş gibiyim. Evi ateşe verecekler diye düşünüyorum. Durmadan bağırıyorlar. “Yazıklar olsun,” diyorlar. Çığlık çığlığa.. “İsraf, israf,” diye bağırıyorlar. “İnsaf, insaf,” diyorlar. Evin pencerelerinden içeriye bakıyorlar. Ben olduğum yerden bir milim bile kıpırdayamıyorum. Pencereleri kırıp içeri girecekler. Demir kapıyı zorluyorlar. Hareket etmeye çalışıyorum ama ayaklarım evin zeminine çakılmış gibi. Sağa sola sallıyorum kendimi ama olmuyor. Ayaklarımı kurtaramıyorum bir türlü. Alnımdan delicesine terler boşalıyor. Ben çığlıklar atarak, kan ter içinde uyanıyorum. Ekmekler hala mutfakta duruyor.

Sabah olur olmaz kapıda çocukları bekliyorum. Güllü servisle geliyor okula. Okula doğru koşarken yakalıyorum onu. Çıkışta mutlaka gel, diyorum. Okul çıkışında geliyor. Ekmekleri veriyorum. “Annene söyle bir daha asla bu kadar bekletmem ekmekleri lütfen kusura bakmasın,” diyorum. Özürler diliyorum. Güllü gidiyor. Okul çıkışı çocuklar koşarak evlerine doğru gidiyorlar. Ortalığı bir sessizlik kaplıyor. Hava açık mavi. Yandaki mezarlığa bakıyorum. Mezarlığın üzeri karla kaplanmış bembeyaz. Mezarlık sessiz. Birden usulca kar yağmaya başlıyor. Evin önünden bir kedi geçiyor. Karşımda durup miyavlıyor. İçeri giriyorum. Bir parça taze ekmek alıyorum. Biraz süt, biraz su ile ufalıyorum ekmeği. Dışarı çıkıyorum kedi gitmiş. Ekmeği kedinin geçtiği yere bırakıyorum dönüp de belki yer, diye. İçeri giriyorum. Demir kapıyı kapatıyorum.

Zelal