Ekselansları!

Henüz çıkmamışken göğün gözleri sevdanın,

Kırgınlığın uğultulu, bir o kadar da puslu tepelerine,

Çayırlar akardı ellerimden bir aşık kızıllığınca...

Sinemde söndürürdüm o arkeoloğun keşiflerini.

Ekselansları!

Tamah ettiğim aydınlığa bedel,

Nasıl bir zifirin içinde ağlattın beni?


Günlerden ezilmiş bir sonbaharın,

Geçip gitmiş yazdan, bir veda öpücüğü beklediği,

Henüz gelmemiş kışın tekmelerini, şimdiden rüyalarında hissettiği,

Günlerden yaşam lügatının bir kelimesini dahi bilmeyen,

Bir çocuğun acınası fakat bir o kadar da sevilesi cehaletinin yaşadığı,

Günlerden tanıdık bir şiddetin hükmettiği krallığın, infaz edeceği hain elçilerin,

Kanayan dudakları yazın,

Sivri burunlu ayakkabıları kışın,

İlk ünlemi ve isyanı lügatın,

Sonsuz bir çukuru cehaletin,

Ve de son nefesi elçilerin...

Günlerden biriydi işte!

Her zamanki sağırların bağırdığı bir his fakirliğiyle,

Bir bakışına, sesine veyahut sessizliğine,

İhtiraslı bir sarhoşluk heyecanıyla,

Dilini dahi bilmediği bir sözleşmeye imza attı.

Ve her şey, işte böyle başladı.

Bitmek nedir bilmeyen hikayenin ilk heceleri yankılandı kulaklarda o an...


Ekselansları!

Bir tepsi şerefi, bir damla yabancılığa harcayışım,

Ancak sizin kudretinizi tanıyamamışların bencilliği,

Veyahut benim gördüğüm hayaller yüzünden miydi labirentimin?

Yoksa başka bir ibadet hıncından mıydı?

Ekselansları, o büyük resim kanıyor!

Fırçanız var mıydı?


Yabani bir negatif birlikle,

Ve ayrıca bir yasa delisinin yanıtlarından emin oluşu körlüğüyle,

Meydan okuyordu güneşe günlerden birinde.

Yeşil tahtalara ve beyaz süngülere bulanırdı ezgileri çaresizliğin.

Uykuya hasımca mücadeleler sergileniyorken,

Sayıları her aşışında kısa bir çubuğun,

Sonsuzluğun hayalini kurardı,

Şu ana kadar görmemiş olmasının tezahürü,

Biraz da saklı hüznüyle.

İlk canını aldığı zaman kalemle bir kağıdın,

Yaşı kadar yaş armağan etti yüreğine.

Lakin yaşamın her daim bir hinliği vardı.

Ve o bunu henüz bilmiyordu.

Delillerinden feragat ettiği ilk seferde,

Ölümüne dek dostu olacak kişi olan,

Canavarla tanıştı...


Ekselansları!

Parmaklarımdaki yüzüklerin mücevherlerinin değeri,

Tabutuma kavuştuğumda mı kaybolmuştu,

Yoksa zamanı reddettiğimde mi?

Esirgemeyin yanıtınızı bu çuvaldız katibine!

Ekselansları, dinleyin!

Gökyüzünde şiirler ağlıyor!


Çıkmaz bir anın sarhoş gecesinde, cesur bir süvarinin,

Atına duyduğu güven kadar inanmıştı çarmıhına.

Neticesinde ise şüphesiz ki hırçın notaları piyanonun...

Teşbihin güzelleştirdiği manzaralı ilanların arasında,

Sanki hayata ilk golünü atma ihtimali ve niyeti varmış gibi değil,

Aksine ilk öpücüğüne nail olmanın kanıksanmışlığıyla kraliçenin,

Döküldü gençliği parmak uçlarına.

Dolma kalemine bile sığdıramadı içindeki kıyımı.

Bakışları dört teker üstünde dağılarak gidiyorken,

Gönlüne sunduğu eski serzenişleriyle,

Düşlerdi yaş almış mevcudiyetini, biraz da dahiliği.

Ve ilk kez o an belirdi deliliğin öfkesi.

Perdeler çok kez kapanıp açılmışken,

Suskun bir masada deşiliyorken sırtı satırların,

Çok ömür hapsetmişe benzerdi içine, onların fikirlerince.

Serin dört duvarın arasındaki ufak bir takasın sonrasında,

Girildi ilk ve son kez o çilek bahçesine,

Meyveleri yenilemeden, çayırlara kendisini bırakıveremeden...

Kurak dostluklara adeta bir meze niyetine pişiyorken,

Yokluğuyla tanıştı hem de kendi sayesinde!


Ekselansları!

Vaktinde ettiğim ihanetlerin kutsalıma barikatlar örmüş olması,

Beni bir balta ve de karşılığında ise bir ormanla,

Terbiye etmesinin sebebi miydi?

Kimdi cenneti hak eden?

Yaşamayan mıydı, yoksa uyuyan mıydı?

Ne farkı vardı ki ikisinin de?

Ekselansları!

Başım dönüyor, ne olur var edin yeryüzünü ki,

Bir anlamı olabilsin çakılışımın!


Şüphesiz ki büyük bir kararlılıkla kazıdı duvarlara,

Henüz vizyona girmemiş, günümüzün en trajikomik filminin repliklerini.

Senaristi değildi belki lakin en uygun başrolüydü!

Çünkü bazı anlar yaşanmadan ölürdü.

Çünkü bazı dönenceler henüz düşmeden kötüydü.

Hastalıklıydı yeni doğan günü avcunda sıkıyor olmak.

Lanetinin kendi yazgısı demek olduğunu bilmeden,

Açtı yüreğini göğe ve haykırdı:

''Korkuyorum, hem de çok korkuyorum!''

Elbette barizdi ecele faydası olmadığı.

Elbette seviyordu balıkçı karısını lakin,

Bazen nefret edercesine yalnız hissediyordu.

Tek taraflı bir savaşın zaiyatının çok fazla olmasından ötürü,

İlk ateşkesini imzaladı, yeni yeni öğreniyorken okumayı ve yazmayı...

İlk infazı değildi tabii olarak sesleri ama,

İlk isyanıydı bu sonsuz çekim küstahlığına.

Derken, yeni alınmış bir yılın beraberinde gelen,

Gittikçe eskisinden şiddetli geçen sonbaharın gölgesinde,

Ve iki yan binada, kendi hırkasını kendisi ören baharın bunamışlığıyla,

Nice sınavlar verdi, nice derslerden kaldı içindeki sükuttan mütevellit.

Kaç yıl geçse de hatırlıyor olacaktı,

İdam sehpasına çıkışını, şuursuzca sevişini,

Ve tabii ki de kopartmaktan çekindiği çiçekleri...

Hep geçti zaman, inkar edemeden gelip geçenleri,

Bir de geçemeyecekleri...


Ekselansları!

Sürekli siz mi verdiniz onların ellerine gerekli silahı, teçhizatı?

Siz mi zikrettiniz zamanın adını?

Lağımlarda hala yüzüyor olma ihtimali geliyor bazen aklıma,

Uzun zaman önce dileklerimden yaptığım o ufak geminin.

Ekselansları!

Sizden ricamdır, lütfen konuşun dalgalarla!

Bakın, kendisini denize atan bir adam var!

Bu arada dilini biliyor muydunuz yalnızlığın?


Kaçındığı her ayna yansıması,

Rüyalarda boğazını sıkardı.

Sevdalarının cesetlerinin ağırlığını taşımaktan,

Gözlerinin altı kamburlaşmıştı.

Nice kuyruklu yıldızlar geçti gök kubbenin üstünden.

Nice değerli taşlar gezinmişti satırlarında.

Fakat gece, hep aynı geceydi.

Tanıdık bir karanlığa biat ederken,

Savaşçı doğmuştu eski dolap aralarından,

Ve gördüğü herkesi boğazlayan balkon demirlerinden.

Ve fısıldamıştı kulağına:

''Neye bedeldi yaşamak?''

''Her şeye!'' cevabı ilk yanlışıydı.

Hesabı uymuyordu o meşhur deniz filolarınca.

Ara ara maddelerini okurdu ateşkesinin.

''Nasıl?'' ve ''Neden?'' dercesine...

Bir çizik daha atılmıştı yalnızlığın çetelesine,

Gözcünün kayıp olduğu ürkünç zaman dilimlerinde.


Ekselansları!

Az kaldı cinayetlerimin fosilleşmiş yaratıcılarının gözlerime dökülmesine.

Tanıyor muydunuz meçhulun ya da kayıtsızın yarattıkları yolları?

Daha basit bir soru sorayım:

Emin miydiniz yaptıklarım ve yapacaklarımdan?

Ekselansları!

Usulsüz ve sanrılı gece doğumlarında,

Sürekli bir intihar kokusu alıyorum!

Gerçekten bu haksızlıklarla dolup taşmış dünyanın akıbeti,

Veda buselerini atlattıktan sonra,

Kendisini denize atan o adamın aşkından mı ibaretti?


Günlerden birinin sonu gelip, bir anka kuşu misali yeniden doğacak olduğu,

O şüphe varsayımlarından birkaç zaman çizelgesi önce,

Yeniden, yeniden kutsal bir cinayet işlendi,

Yüreğinin karanlığı kadar aydınlığı bol olan başkentinde.

İçilmiş sigaraların dumanlarının güneşi yok saydığı,

Bir güz anında ilk fermanı okundu bu inadın,

Belki de ölmeyen umudun ve de kıvanç dolu bir hüznün...

Feleğin çemberlerinden hep geçmekle savaşıyorken,

Çaresizliğin en keskin kılıç olduğu öğrenildi.

Önce elleri feda edildi, sonra dili kesildi.

Yürekse yalnızca isyan etti ufak bir aşık haklılığıyla.

Dünyanın kendi etrafında dönüşünü tamamladığı her an,

Nice volkanlar, denizler, okyanuslar keşfedildi.

Nice oteller, evler, bağlar ve bahçeler inşa edildi.

Nice cennetler terk edildi, bu cehennemin ateşinde yanmak arzusu uğruna.

Ve yanıldı da...

Sonsuz cümleler nakledildi sessiz dizelere.

Lakin ayaz dolu hasta bir gecede,

İkinci bir ferman daha okundu adına.

Çelişkileri kadar açıktı şartları ve sonuçları.

Yani ne kadar ölümcülse sevdanın yaldızlı gece yarıları,

O kadar alev doluydu hiçliğin ayrık yıldızları.

Fakat yoktu elinde pusulası.

Anlamıyordu da astronomiden.

Bilirsiniz neredeyse her şeye aşık olan bir insan,

Aşık oldu mu ölüme

-Ki aslında bu yalnızca bir felsefeydi-

Gittiği yolun, gideceği diyarın bir anlamı olmazdı.

Lakin bu durumu diğerlerinden özel kılan tek bir husus vardı:

O da celladın doğacak olmasıydı...


Ekselansları!

Gittikçe daha da yaklaşıyorum size, hissediyorum!

Lütfen bana orada uysal bir pozitif birliğin olduğunu söyleyin!

Yabancı kaldığım zamanlarda bu lisanın,

Ben hep kendi dilimi yaratmakla uğraştım.

Ekselansları!

Bir şairin ölümü yazdığı satırlarda başlıyorsa,

Söyleyin, kaç kez hakkımı helal etmem gerekir ruhuma?

Kaç kez ''Helal olsun!'' diye bağırmalıdır ışığım?


Bir deniz kenarı veyahut bir apartman dairesinin tavanı seçildi.

Ardındansa başladı kusmaya saflığını.

Bir not bıraktı ardında kafeslerden bahsederek,

Anahtarı dolabının içine saklayarak.

Aydınlığı ise tahakküm etti içindeki boşlukla.

Kırmızı bir şarabın kutsadığı sahil kenarı,

Ve dar sokakları aşarak birkaç damla gözden düşen yaş,

Ve peşi sıra yakılan sigaralar...

Ayrı bir manifestoydu.

Fakat kimse açmıyordu televizyonunu, radyosunu...

Düşe bağ armağan edildi.

Soğuk bir gösteride tükenmek ancak şarapla düzeltilebilirdi.

Yani içmek, üşümek, izlemek ve kanıksamak,

Günümüzde tanrının da gerçekleştirebileceği bir eylemdi.

Aksi taktirde anlamı olmazdı yarattığını sınamanın.

O zaman açığa çıktı peygamber.

Zamanı gelmişti kendi elleriyle başlatacağı kıyametin...

Çok duygular feda edildi, çok gecelerde ise,

Dualar ve küfürler edildi uykuya karşı direniliyorken.

Sanılanın aksine uzun sürdü tüm bu yıkım işleri.

Öyle ki etkisi geçmek nedir bilmedi.

Var olmak ne demekmiş işte bu zaman öğrenildi.

Yeni bir lisan yaratma, yaşama, yarayı sarma çabaları derken,

Her daim aynı dilek, aynı hezimet hakimdi...


Ekselansları!

Siz hiç bir şiiri bir şair olarak sevdiniz mi?

Dizelerini kazıdınız mı kollarınıza?

Veyahut yeni cümleler eklediniz mi düşlerinize?

Bir insanın hatıraları ağır gelebilir mi vücudundan?

Ekselansları!

Bilincimin gömleğini yırtıyorlar!

Dikiş biliyor muydunuz?


Sıfır noktasına açılan kapıdan geçmek için,

İnsanın ilk önce kendisine düşman olması gerekiyormuş.

Yani biraz alacak-verecek kavgasını etmesi gerekiyormuş yukarıdakiyle.

Ve tüm bu uzlaşma sürecinde,

Vaktinde verdiği sınavların yeni müfredat versiyonuyla,

Tekrar yanıtlar aramaya başladı.

Kimsesizler Masası'nda da içildi.

Kumarbaz ve kraliçenin anlaşmazlığına binaen,

Ulvi bir kargaşanın içinde kelepçeler de çözülmeye çalışıldı.

Fakat vaktinde yazılmış olan vasiyetin gereği yerine getirilemedi.

Çünkü insan ancak bir kere unutabilirdi.

Lakin tekrardan çalındı mı zili o kapının,

Gerisi yalnızca var olmayan bir yağmur yüzünden,

Gök gürültülerinden saklanıyor olmak demekti.

Yani yakalanılamayan bir ışığı,

Tüm gün boyunca bir fenerin içine hapsetmeye çalışmaktı,

Çoktan göçüp gitmişlerin doğum günlerini kutlamak.

Bir tapınağa sahip olsaydı o zamanlar, yalan söylemezdi.

Çok yalan söyledi, hem de o denli fazlaydı ki,

Kendisini zirvedeki duyguların efendisi zannetti.

Halbuki yaşam severdi insanı ortadan ikiye ayırıp,

Ayrılmış iki parçayı da birbirine düşman etmeyi...


Ekselansları!

Sesimin kudreti düşüyor omuzlarımdan, yanan her ceylanın ardından.

Kelimeleri hapsedemiyorum zindanlara.

Muhtemel bir isyan söz konusu.

Merak etmeyin bu sefer sizden bir şey istemeyeceğim.

Ekselansları!

Yalnızca, günü gelecek ve ben de,

Vaktinde sizin sahip olduğunuz şerefe nail olacağım.

Aramızda olacak olan tek fark ise,

Ben sizin aksinize konuşuyor olacağım.


Fermanların okunma sebebinden uzak diyarlarda,

Zamanı alkolle idare etme çabaları karşılık bulamamıştı.

Geleceği hesaba katmadan, gördüğü her yokuştan yuvarlanmayı,

Yaşadığı her adaletsizlikten bıkmasına rağmen,

Kendi yalnızlık köşesine çekilerek,

Bir ömür boyunca külleşmeyi göze alarak,

Birçok kez benliğini akıttı beyaz sayfaların hanedanlığına.

Kralın sağ kolu olarak girdiği saraydan,

Vatan haini olarak çıktı.

Ne destanlarda anlatıldı savaşları,

Ne de saray kitabelerine işlendi mahzun çığlığı.

Kendi kendisine öğrenerek lügatı,

Yeni kelime darcığıyla, okuyucusundan yoksun şiirler,

Alıcısından yoksun mektuplar yazdı, hem de en imkansız olanlarından!

Yırtık defter sayfalarına ise inzivaya çekildi sonra tercümeleri.

Okumalıydınız...

Çetelesine yine bir çizgi daha ekleyerek izledi tüm olan biteni.

Bir gün çok içten bir şekilde şarkı söyleyince bülbüller,

Tekrardan akıverdi kabullenişi mahmurluk göstergelerinden.

Çünkü hayat kısa değildi, çektiğimiz ve çekecek olduğumuz acılar uzundu.

Ara ara kapısı çalındığında ise kraliçe tarafından,

Kapıyı açar sonra yüzüne dahi bakmadan kapıyı suratına çarpardı.

Maksadı günah çıkartmaktı boyun eğdikleri anısına.

Bazı münakaşaların ardından bir şömine yakılırdı.

Kimisi ısınırdı, kimisi ise aydınlıktan şikayetçi olurdu.

Bir vapur kalkardı yatağından Burgazada'ya doğru.

Hiç binememişti o vapura, sadece düşlemişti.

Bilmek de istememişti zaten gerçeğini.

Hepimizin bir kavgası vardı hayatla.

Bazıları karanlığın içindekilerle,

Bazıları hayatın içindekilerle,

Bazıları ise zırhının içindeki yaralarla kavga ederdi.

Onun tek arzusu ise yalnızca bir iki cevap,

Ve tabii ki de intikamdı.

Derken kader çizgisi masalara döküldü.

Gerisi artık elinde değildi,

Fakat kısa süreliğine...


Ekselansları!

Eskiden yandığım ateşlere dokundum bugün.

Nasıl ağlıyordum görmeliydiniz!

Bir zürafa kadar sessiz bir şekilde,

Sanki araftaymışım edasıyla,

Var olmayanı yok etmeye çalıştım, hem de aşk umuduyla!

Görmeliydiniz...

Ekselansları!

Bahsi geçen özgürlük bilmecesinin cevabını biliyor musunuz?

Yoksa siz de mi hayatı yeraltından yaşayanlardansınız?


Bir aziz olamadı belki lakin işlenilen her günahın ardından,

Bilekleri bağlı meleklerin şarkı söyledikleri zamanki kadar,

Toprağa sunuyordu, topraktaki tohumlara sunuyordu gözyaşlarını.

''Bir insan ölümden korktuğu halde nasıl mezarcı olabiliyordu?

Bir insan öldürmekten nefret ettiği halde nasıl seri katil olabiliyordu?

Bir insan karanlıktan nefret ettiği halde aydınlığı nasıl terk edebiliyordu?

Ömrün hep dikenli bir kırbaçtan farksız oluşuyla,

Deşmeye devam edişi, bir iki yanıt kırıntısı uğruna...

Nasıl mümkün oluyordu?

Nedendi yeryüzünü krematoryumlara kurban etmekteki öfkemiz?

Ve nedendi dilini dahi bilmediği halde imzaladığı sözleşmeyi,

Artık dilini biliyor, lügatı okuyabiliyor olmasına rağmen,

Devam ettirmek istemesi, bu yoğun arzu, özlem ve kıyamet,

Nedendi!?''


Ekselansları!

Çanlar benim için çalıyor, duyuyorum.

Son bir anıt dikiyorum başkentime.

Birkaç tane de çelenk bırakıyorum.

Ekselansları!

Enerjimizi, uğruna feda ettiğimiz bu boşluğun,

Tercihi bizden yana mı olacak?

Yoksa adeta şarapnel parçaları misali,

Dağılarak yere mi düşeceğiz?

Ekselansları!

Gözlerimi açamıyorum!

Karanlıktan değil, seçkini göremeyecek olmaktan korkuyorum!


Bulutların boyunlarına halat geçirebilen duvarların arasında,

Mutlak bir hakimiyet telaşıyla,

Tekrardan yine aynı sokaklarda yürüyordu.

Sözleşmesine itaat ederek kızartacaktı yüzünü sevincin.

Acının mübaşir olduğu davalarda, mahkemelerde ise,

Yargısız infaza kurban giderek,

Müebbet hapis cezası alacaktı sevdalardan.

Ne yazık!

Aşkın en sıcak, yalnızlığınsa en soğuk olduğu,

Çetelesine bir çizginin daha eklendiği o kışta,

Vaktinde sonbaharın yediği tekmeleri yeme sırası bu sefer ondaydı.

Baharın ördüğü hırkayı giyemeden,

Ardında bırakmıştı ilk yaratıcısını,

Ya da o en azından öyle sanmıştı.

Kurtulamayacağı aşikardı lanetinden.

O da bu yüzden bırakmıştı kendisini,

Rüzgara, akışa ve de insanların hafızasına.

Özgürlüğü sığdı fakat en azından ellerine çiviler çakanı yoktu.

''Demek ki böyle olacakmış.'' diyerek yudumlar aldığı içki şişesine baktı.

Kimsenin bilmediği bir dille mektup yazdı.

Yazdığı mektubu o şişenin içine koydu.

Ve bıraktı acılarla özdeşmiş olan mavi katillere.

Ve bağırdı:

''Hayatım boyunca kendimle savaştım.

Savaşıyorum da savaşacağım da!

Umarım günlerden birinde küçük dostum,

Ona ulaşırsın çünkü bizi ancak o anlayabilir!

İyi bak kendine!''


Ve günlerden birinden ilkini hatırlayarak,

Bir sigara daha yaktı.

Önce on dokuz yaşına ağladı.

Sonra kalan yıllarına.

Sonunda ise onsuz kaldığı ve kalacağı zamana...

Ve gitti, gidişi o denli ağır ve kararlıydı ki,

Kendisini duymayacağını bilerek,

İlk ve son kez ekselansları konuştu:

''Varlığına bir gaye bulmak adına,

Sonsuzluğa ulaşman huzuruyla,

Seni selamlıyorum, parçam, nefesim, ruhum...

Renginin ait olduğu her bir mekan kırıntısında,

Ömrünün nice selamet dolu ışıklı anlarında,

Sen bir yıldız ömrünü tanıdın, yaşadın.

Ve korkma,

Karanlık ancak onu anlayamamışların korkması gereken bir şeydir.

Lisanına yabancı kaldığın günümüz proletaryasında,

Aydınlığının üstesinden geleceği daha nice kararlar,

Seçimler ve savaşlar olacak.

Senden temenni ettiğim yegane tek şey ise,

Kendi kutsalına ihanet etmiş olsan dahi,

Bırakma!

Sen bensin!

Ve bense,

Senin hazinenin bilincine yansıdığı,

O renksiz ışığım!

Ruhunum, bağınım, var oluşunum...