Kendine katlanamıyordu. “Sorun yok,” diye düşündü. ”Zaten kim kime katlanabilmiş şu dünyada.” Her gün aynı yolu yavaş yavaş geçen bir kaplumbağanın yaşamıyla kendi yaşamı arasında bir fark göremiyordu. Sevdiği insanlara bakıp “benim evim onların yanı.” diye düşündüğü çok zaman olmuştu. Bir kaplumbağanın evini sırtında taşıması gibi, bir yük gibi, taşımıştı arkadaşlarını senelerce sırtında. Dışarıdan aldığı her darbede daha da kapanmıştı evine. Evi onu korur, sarar sarmalar sanmıştı. Bir kaplumbağa sırtında taşıdığı evinden kovulur muydu? O kovulmuştu. Karşısındaki deniz manzarasını izlerken “Yok.” diye düşündü. “Benim taşıdığım yük kaplumbağanın evinden bile ağır.”


Dümdüz yaşayan bir adamdı. Hayatında bir hareketlilik yoktu. Otuz yaşına gireli birkaç ay olmuştu, edebiyat öğretmeniydi, evliydi. Çevresindeki insanların ‘‘kötü’’ olarak adlandırdığı alışkanlıkları yoktu. Okul biter bitmez eve gelir, ertesi gün okul saatine kadar da çıkmazdı. Yaşadığı ülke standartlarına göre iyi bir adam sayılırdı. Belki de sayılmazdı, direkt iyi bir insandı. Eşiyle birlikte gitmek zorunda kaldığı ve hiç sevmediği o mecburi misafirlikler sırasında bol bol övgü toplardı. Çoğu kadın eşine fısıldadığını sanarak yüksek sesle “Gör, gör de feyz al biraz. O kocaysa sen nesin?” derdi. Bu konuşmalar ona kendini iyi hissettirmez, aksine midesini bulandırırdı. Böyle konuşan insanlara ve onların eşlerine içten içe acırdı. Sevdiği, daha da önemlisi katlanabildiği hatta katlanmak zorunda bile kalmadığı biriyle evlenmeliydi insan. Beğenmediği, sevmediği, ona ve kendine değersiz hissettirdiği, değiştirmeye zorladığı biriyle insan nasıl senelerini geçirir, aynı yatakta farklı düşler görürdü? “Yine de bir şeyler eksik.” diye düşündü. “İşim var, evim var, evliyim, sağlıklıyım. Her şeyim var, her tanımda bir anlamım var. Ama eksik olan şey ne?” Hayatının en büyük eksikliği bu kadar tam olduğunu sanmasıydı. Hayat ona bunu öğretecekti. Ama şimdilik bundan bihaberdi.


Bugün okuldan sonra evine gitmemişti. Bu, onun için bir ilkti. Ev hayatını da kendine iş bildiğini bugün anlamıştı. Öğrencilerine verdiği ödevi tek tek okuttuğu için dersi her zamankinden daha geç bitmişti ve o, evine geç kaldığı için telaşlandığını fark etmişti. ‘‘Eve geç kalmak.’’ Bir an bu düşünceyi cımbızla çekip önündeki masaya yatırdı. Düşüncenin gözleri vardı sanki ve o gözler, bir şeytanınki kadar kırmızıydı. İnsan düşüncesiyle göz göze gelir miydi? O gelmişti. Ve hayatında hiç bu kadar sarsıldığını hatırlamıyordu. “İnsan evine istediği saatte gider.” diye tekrarladı o anki düşüncelerini. “İnsan evine geç kalmaz ki.” O, evini geç kalırsa patronundan azar yiyeceği bir ofis mi sanmıştı senelerce? Öğrencilerini ve bugün onların okuduğu ödevleri düşündü. Her öğrencisinden okuduğu an onda derin hisler uyandıran bir kitabı anlatmalarını istemişti. Sayfa sınırlaması da koymamıştı. “Herkesin hissettiği şey ve onu anlatma biçimi farklıdır. Sayfayı doldurmak için hiç içinizden gelmeyen şeyler yazacağınıza ne hissettiğinizi bir cümleyle anlatın, ben anlarım.” demişti, öğrencilerinin şaşkın bakışlarına karşılık. Haklı da çıkmıştı. Kimi öğrencisi sayfalarca o kitabı anlatırken kimi öğrencisi de tek cümleyle ‘Bana yaşadığımı hissettirdi.’ yazmıştı.


Onun unutamadığı ve şimdi düşününce bile tüylerini diken diken eden yazı, sınıfının en sessiz öğrencisi Halil İbrahim’e aitti. Oğuz Atay’ın “Günlük” kitabını anlatmıştı.

“Kimse dinlemiyorsa beni ya da istediğim gibi dinlemiyorsa günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar, sonunda bana bunu da yaptınız.”

Halil İbrahim bu alıntıyı okuyup “Günlüğümün girişine buna çok benzeyen bir cümle yazmıştım. Bu kitabı okumaya başladığımda günlük tutmaya karar verdiğim anki kadar çaresiz hissettim.” demişti. Herkes -daha doğrusu belli bir olgunluğa ulaşamamış herkes- sessiz diye, pek konuşmuyor diye Halil İbrahim’le dalga geçmeyi kendilerine hak görüyorlardı. Kimse onun nasıl hissettiğiyle ilgilenmiyordu ama zaten Halil İbrahim de artık böyle şeyler duymak istemiyordu. Birilerinin onu da düşünmesini çok istemiş, çok beklemişti ama artık onun için de bir önemi kalmamıştı. Kışın yemesi gereken mandalina yaza kadar beklemiş de çürümüş gibi hissediyordu. Bundan sonra Halil İbrahim’le olan ilişkisini sıkı tutmaya karar verdi. En azından ona her gün nasıl olduğunu sorabilirdi. Adam, o zamanlar neresinden dönülürse kârdır sanıyordu. Bunun bir anlamı kalmadığını öğrenecekti.


Oturduğu banka biraz daha kendini yerleştirirken düşünmekten içmeyi unuttuğu için soğumuş çayından bir yudum aldı. Yüzü anında buruşurken “Her şey zamanında yapılınca tadını verir.” diye düşündü. Sonra bu düşüncelere kendi de güldü. Soğumuş bir bardak çaydan bile neler düşünebiliyordu insan.


“Eksik bir şey mi var?” diye mırıldandı, telefonundan açtığı şarkıya eşlik ederek. Uzun zamandır bir şeyler hissetmekten kaçtığı için içindeki huzursuzluk ona bol gelmişti. Üniversite sonuncu sınıfa kadar o da herkes gibiydi. Gülerdi, erkek adam ağlamaz diyenlere inat ağlardı, severdi, sevilirdi, kalbi kırılırdı. Belki de kalbi öyle çok kırılmıştı ki bu tarz hislere kendini kapatmıştı. Sevdiği bir kadın vardı o zamanlar. Hayatında ilk kez âşık hissettiği o anları hatırlamak istemese de artık kaçmaması gerektiğinin farkına varmıştı. Karşılıksız bir aşktı onunkisi. Çok sevmiş ancak karşılık alamamıştı. Sevdiği kadının adı Leyla’ydı. Onunla üniversitede tanışmışlardı. Onu gördüğü ilk an değil belki ama konuşa konuşa, Leyla’yı tanıya tanıya âşık olmuştu genç kıza. Onun yanında bacakları dâhil tüm vücudunun krize girmiş bir hasta gibi titrediğini hatırladığında dudaklarında buruk bir tebessüm meydana geldi. Leyla ile olan arkadaşlıkları boyunca ikisi de birbirlerine hayatlarını ve ailelerini anlatmışlardı. Leyla yaralı bir kızdı. Küçük bir çocukken annesi, babası tarafından terk edilmeyi sindiremeyip kendini vurmuştu. Yine de hayat Leyla’yı bezdirememiş, genç kız güçlükle de olsa okumuştu. Arkadaşça olan ilişkileri, onun hislerini genç kadına yansıtmasıyla son bulmuştu. Leyla ona “Ben aşka inanmıyorum. Kimse beni terk etti diye ağlayamam, kendimi ve hayatımı mahvedemem. Üzgünüm ama ben kimsenin ‘Leyla’sı olamam.” demişti. Seneler sonra bugün bile Leyla’yı düşünmek onu gülümsetmeye yetmişti. O konuşmadan sonra kızı rahat bırakmış, mezun olana kadar da karşısına çıkmamıştı. Aşk mevzusu onun için bir kez açılmış ve kapanmıştı.


Bir zamanlar sevdiği başka insanlar da vardı. Eskiden ailesini severdi. Arkadaşlarını severdi. Onlarında kendisini sevdiğine inanırdı. Ne olmuştu da sevdiği insanları düşünmek onda hiçbir duygu uyandırmaz olmuştu? Sorunsuz bir ailesi yoktu. Onunki de her aile gibiydi. Sorunlu. Önceden bu konu onun canını sıksa da çok üzmezdi. “Anne ile baba arasındaki meseleler,” diye düşünürdü. “Kimse karışamaz.” Annesi ile babası görücü usulü evlenmişlerdi. Annesi, babasını ilk kez kız istemede görmüştü. Daha sonra evlenmişler ve bir çocukları olmuştu. Babası huysuz bir adamdı. İstediği şeyler olmayınca gözü döner, adeta sinir küpü olurdu. Annesi ise babasının tam tersi bir insandı. Her şeyden önce merhametliydi. Babası ne kadar kavga çıkarırsa çıkarsın annesi alttan alır, hep affederdi. Önceden annesinin bu yaptığını iyi bir şey sanıyordu. “Ne güzel.” diye düşündüğünü hatırlıyordu. “Ne kadar kavga ederlerse etsinler, hiç ayrılmıyorlar.” Sonra bir gün annesi ve babasının çok feci bir şekilde kavga ettiğine şahit olmuştu. Babasının sanki ortada bir şey varmış gibi uyduruk bir mesele yüzünden annesine bağırdığını ve annesinin de yine arabulucu rolünü oynayarak kavgayı söndürdüğünü görmüştü. Öyle anlamsız bir kavgaydı ki. Annem, bu adamı niye bırakmıyor diye ilk o gün düşünmeye başlamıştı. İkisi de birbirleri için doğru kişi değillerdi. O, ne kadar müdahale etmeye çalışırsa çalışsın ikisi de evliliğini bozmuyor, bu durumdan sadece çocuklarını yaraladıklarını bilmeden yaşamaya devam ediyorlardı. Ailesine olan sevgisi bu durumlardan sonra gittikçe azalmış, bitmeye yüz tutmuştu. Otuz yaşındaydı ve son beş-on senede ailesini on kere ya görmüş ya görmemişti Onları gördükçe sevgisi bitiyordu ve o çözümü onlardan uzaklaşmakta bulmuştu. Zorunlu misafirlikler dışında ailesiyle görüşmüyor, telefonlarına çıkmıyordu.


Arkadaşlarına olan sevgisi ise bir gecede bitmişti. Çok üzüldüğü ve üzüntüden ağlayamadığı bir geceydi. O gecenin sabahında güneş bile doğmakta tereddüt etmişti. Ona göre arkadaş demek, seni anlayan insanlar demekti. O zamanlar insan, insanı anlar sanıyordu. Hayat ona, kimsenin kimseyi anlayamadığı bir dünyaya doğduğunu öğretecekti. Üzgündü ve arkadaşlarının yanında daha mutlu hissedeceğini sanarak dertlerini onlarla paylaşmıştı. O anlattıkça arkadaşları içiyor, kafaları bulanıyor ve sonra o ne derse desin gülmeye başlıyorlardı. Gecenin sonunda hafif çakırkeyif hâlde ona gülüyor, hiç bitmeyen melankolisinden ve Leyla sevdasından bıktıklarını anlatıyorlardı. O gece zaten kırık olan kalbinin daha da kırıldığını hissetmişti. Belki de o sözleri şu an bu bankta oturan kişi olarak duysaydı canı o kadar yanmazdı ancak o zamanki o, hâlâ insanların koşulsuz onun yanında olacağına inanıyordu. Sürekli bozuk olan moralinin onu daha da dibe çektiğini anlamıştı ama bundan nasıl kurtulacağını bilmiyordu. O zamanlar “Ne yapabilirim?” diye düşündüğünü hatırlıyordu. “Bir kere böyle hissetmeye başladım ve bırakamıyorum. Benim elimden ne gelir?”


İçinde olduğu melankoliden arkadaşlarını da etkilediğini anladığında onlarla görüşmeyi de bırakmıştı. Çevresindeki herkesin şaşırdığını hatırlıyordu. Bir anda ailesinin yanından taşınmış, dilinden düşürmediği Leyla’sının adını ağzına bile almaz olmuştu. Arkadaşlarıyla buluşmuyor, yanına onlar gelirse de konuşmuyordu. Bir süre sonra arkadaşları ve ailesi de ondan bıkıp gitmişlerdi. Yalnız geçirdiği o ilk haftada içinden hep, “Herkes gidecekti zaten, ben sadece biraz süreci hızlandırdım.” demişti. Okulunu bitirir bitirmez atanmış, aynı okulda çalıştığı matematik öğretmeni genç bir kadınla da evlenmişti. Evlenirken genç kadına tek bir şart sunmuştu. “Başımıza ne gelirse gelsin, bir çocuğumuz olmayacak. Biz kimseyi bu dünyaya getiren o iki katil olmayacağız.” Eşinin şaşkınlığını hatırlıyordu. Zaten o, eşine şaşırma dışında başka bir duygu da hissettirmemişti.


Yaşadıkları çok ağır şeyler değildi belki ama ona ağır gelmişti. Her şeyden önce inancı ve içindeki yaşama isteği bitmişti. Hissiz olmak ama gerçekten hissiz olmak ona iyi gelir sanmıştı. “Sevinç yoksa hüzün de yok.” diye düşünmüştü. “Koşma ki düşmeyesin.” Yaşadığı şeyler için kimseyi suçlamaması gerektiğini anlamıştı. Herkes hayattaydı, herkes insandı, herkesin hisleri vardı ve bu yüzden bu hikâyede birilerinin kalbi kırılmak zorundaydı.


O, dünyanın anlamsızlığıyla erken yüzleşmişti. Her şeyin özüne indiğinde aynılaştığını görmüştü. Ailesinin, akrabalarının, sevdiği insanların hayatında bir hükmü kalmamıştı. Çünkü onların ‘insan’ olma düşüncesiyle yüzleşmişti. İnsanın bencilliği, çıkarcılığı, çıkan bir yangında ilk kendini kurtarmaya çalışması… Oturup bunları düşününce ‘insan’dan iğrenmişti. Onun sorunu buydu. O, belki de kötü olduğunu düşündüğü bir insandan iğrense başka biriyle tanışıp telafi ederdi. Ama o tek bir insandan değil, insan olma düşüncesinden iğreniyordu ve maalesef bunun bir telafisi de yoktu. Yaşamak için bir anlam bulamamıştı ama ölmek için de bir anlamı yoktu.


Bu dünyada herkese bir ev verilmişse o evine giren herkesi dışarı çıkartmış, astığı tabloları tek tek sökmüş, özenle yerleştirdiği her eşyasını dışarı atmıştı. Bomboş evinde, dümdüz yaşıyordu. Sadece bekliyordu. Bir gün ev sahibi gelecek, evden çıkmasını isteyecek ve o da hiç ait hissetmediği bu evden seve seve ayrılacaktı.


“Eksik olan şey bu.” diye düşündü çok sonra. Hava iyice soğumuş, sonbahar kendini hissettirir olmuştu. “Ben bazen kendimin de bir insan olduğunu çok fena unutuyorum.” Çayın soğukluğuna aldırmadan içmiş, bardağını çöp kutusuna atıp evinin yolunu tutmuştu.