"İki insan birbirinin farkındaysa, bir aradaysa iletişim kaçınılmazdır." diyor, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz hocamız Doğan Cüceloğlu. İletişimin karşımızdakini fark etmekle başladığını vurguluyor. Nedir peki bu ‘farkında olmak’ ? Şimdilerde de epey ilgi gören farkındalık çalışmalarında, ‘anın’ farkında olmak, çevremizdeki seslerin, kokuların, kıpırtıların farkında olmak gerektiği ve bu farkındalık sonucunda daha iyi algılayabileceğimiz, daha iyi hissedebileceğimiz vaat edilir. Duygularımızla barışma hedef edinilir. Ya peki farkında olmadığımız şey varlığımızın ta kendisi ise? Ne kalır seslerden, kıpırtılardan, ötekilerden? Duygularımızı tanımlayabilmekte ya da tanımlayabilsek de onu ‘yaşayabilmekte’ kimi zaman zorlanırız. Bilinmeyen, istenmeyen durumlarla karşı karşıya geldiğimizde olur bu çoğu zaman. Zihnimiz genellikle bilinmeyenlerden kaçınır. Karşılaştığımız bir olayı özellikle bize tanıdık gelmeyen yaşantıları, deneyimlerimiz doğrultusunda başka olayların (tanık olduğumuz ya da bizzat yaşadığımız olaylar) kümesine aktarırız. Çünkü tanımıyoruz ve onunla ne yapacağımızı bilemiyoruz. Birisi yahut bir şey tarafından bize sunulan duygu ve düşünce sarmaşığına yabancıyız. Tek hissettiğimiz bu sarmaşığa dolanmaktan korktuğumuzdur. Benzer bir yaşantının kümesine aktardığımız yeni deneyimi öncekinin sonuçlarıyla eşleştirir, karşılaştırma sonrası duygu ve düşünce silsilelerimizin yolunu inşa ederiz. Bunları yaparken kimi zaman epey şeyi göz ardı edebiliyoruz ve saklıyoruz kendimizden. Gizleniyoruz da. Somut olaylar gelip geçerken içimizde biriktirdiğimiz yumrulardan bihaberiz belki de. Korkuyoruz incinmekten ve biliyoruz ki en çok biz bizi incitebiliriz. Ve belki bu yüzden kendimize dürüst olmak bu kadar zor oluyor. Kendimizi küstürmekten çekindiğimizi anladığımız vakitte kim bilir belki de çoktan küstürmüştük özümüzü. İncinmemek için incittiğimiz veyahut incitmemek için incindiğimiz durumlar bu neticenin getirisi olabilir. Devam ediyoruz bizde kalanlarla. Bir sonraki deneyimlere köprü olabilecek olguları tutuyoruz, rahatlatıyor bu bizi. Gardımızı aldık nasılsa. Hep artarak, büyüyerek devam ediyoruz. Peki biz arttıkça artan "eksik bir şeyler" hissi? Her şey tastamam görünse de içimizi kemiren bir şeyler var, bir şeylerin yokluğu. Şeyler, şeyler… Ne kelime ama şu ‘şey’, tanımlayamadığın anda yapıştır. Hem her şey hem hiçbir şey... Evet, bir şeyler eksik. Belki bir anne tebessümü, baba şefkati, belki bir sevgili busesi, belki bir oyuncak ya da dökülmemiş bir gözyaşı damlası, atılmamış bir çığlık, edilmemiş bir veda, tutulamamış bir yas ve yüzlercesi olabilir. Varlığımızı sosyal kimliklerde, ilişkiler ağı içerisinde tanımladığımızda bu eksik şeyin yeri daha da belirginleşiyor, derinleşiyor. Çünkü dargın mıyız kendimize göremiyoruz. Olup bitenlerin, olması gerekenlerin ve oldurmak istenenlerin bir parçası oluyoruz. Şimdi başa dönecek olursak hocamızın bahsettiği iletişim bağı için karşımızdakini fark edebilmek ve bunun için de kendimizi fark edebilmek gerekli görünüyor. Yoksa çoğu zaman şikayetlerden ibaret alabildiğine sığlaşan sohbetlere esir oluruz. Ne mi yapmalı? Ben soruyu soran taraftayım. Sizlerde de bir soru işareti oluşturabildiysem ne mutlu.