Bir ip yumağı gibi karışık zihnimle, sıcak sokaklarda yürüdüm. Daha da karıştım. Terledim. Ferahlamak ve yumağı çözmek istiyordum. "Bahçemiz arka taraftadır." cümlesinin cazibesine kapıldığım bir kafeden içeri daldım. Sadeliğin zarafetle ilişkisine iyi bir örnekti. Yeterince boşluğu ve ışığı olan bir alanı vardı. Duvarları beyaz ve suskunken, ara ara kızıl tuğlalar söz alıp konuşuyordu. Kahvemi söyledikten sonra, aklımdaki sadelikle, kokular eşliğinde koridordan, aynaların yanından arkaya süzüldüm. Girişinin aksine esmerce bir bahçeyle karşılaştım ve bu tezatlığı sevdim. Serinliği hemen yanan tenimi sarmaya başladı. İçimi ürperten cinsten değildi. O an narkoz kanıma karışıyordu, serinlik içime huzur dolduruyordu. Karışık aklımla, burada çözülebilirim diye düşündüm. Duvarları taştan, eski ve şiirimsiydi. En az yüz yıldır mekanı bekliyor olmalıydı. Berisi toprak, ötesi taşlık ve ağaç. Sağımda gökyüzü vardı, solum ise rüzgar yoluydu, kulağıma sesler, burnuma kokular taşıyordu. Kahve, şeker, kitap, tarih ve insan kokusu… Romana başlamak için yeterince sofistike bir karışım sayılabilirdi. Ortamla tanıştıktan sonra, duvar boyunca uzanan resimle göz göze geldik. Ve şüphesiz o resim bu bahçenin öznesiydi. Ortamın esmerliğine karşın resim fonunda bolca sarılar, kahveler vardı. Açık tenli bir kadın, yüzü aydınlığa dönük ve başı eğikti. Ellerine bakıyor gibiydi. Elleri bulanık ve belli belirsiz çizilmişti. Sarı saçları ensesinde toplanmış, ama biraz da dağılmıştı. Belli ki bir cenderenin içindeydi. Üzerinde kolları abartılı bir beyaz gömlek ve kahverengi cepken yelek vardı. İnce yüzünü yandan görüyordum. Gözleri biraz öfkeli, biraz da telaşlı gibiydi. Alt dudağının gerginliğinden kendi kendine konuştuğunu ya da söylendiğini hissettim.
Kahvemden bir yudum aldım. Onunla konuşmak istedim. Bu güzel ve öfkeli kadının adı ne olabilirdi? Geçmiş bir tarihin içindeysek ve burası Rum mahallesi ise Eleni olabilirdi. Mutfakta olduğunu düşünmeyi seçtim. Bence Eleni, kırmızı domatesleri telaşla soyuyordu. Kadınlar iş yaparken söylenmeyi ve konuşmayı severdi.
"Eleni, canın mı sıkkın?"
"Boş ver, hem sen de kimsin?"
"Seni izliyordum bahçeden, biraz gergin duruyorsun."
"Çemberin içinde gibiyim, çember gittikçe daralıyor ve bütün hücrelerimle sıkışıyorum."
"Nasıl yani?"
"Sıra bize geliyor."
"Hangi sıra?"
O an göğe baktı.
"Sen Iraz. Ben Eleni. Koca dünya bize bir yer açamadı. Oysa biz yerlere göklere ait olmayan bir aşka kapıldık ve imkânsızlıklar içinde çiçekler büyüttük. Kuşların kanatlarının altında uyuduk. Duvarlar ördük, duvarlar yıktık. Acıyı bal eyledik. Ama bütün dünya bize karşı bir oldu. Artık aşka mecal kalmadı. Bu ayrılıktan da acı..."
Sustum. Eleni düşünmeye başladı ve tekrar eğdi başını. Kadife sesi kesildi.
Eleni'nin dünyasında kaldım. Merak içindeydim. Sınırların olmadığı bir yerden tekrar oturduğum masaya geri döndüm. Kahvemden son yudumumu aldım. Tam o an sarı kedi yanıma geldi, sevdim. Bahçeden çıkarken aklıma düştü. Belki de o kedi Eleni idi. O an efsunlanmıştım. Kurduğum o ilişkinin ete kemiğe bürünmesi fikri içimde büyüdü. Artık yol o kadar da sıcak gelmiyordu. Hatta yolumu uzatasım, bolca düşünesim, eve geç gidesim vardı. Durakları görmezden geldim, bilerek otobüsü kaçırdım. Sonra avare avare dolmuşa yürüdüm. Eleni aklımdaydı, oraya dönüp onunla konuşmaya devam etmek istiyordum.
…