—Anne, anneannem de gökyüzüne gidecek mi?


Henüz dört yaşında olmayan bir insanın aklına nereden gelir böyle şeyler? Bir demir leblebi belirdi boğazımda, ne çiğnenebiliyor ne de yutulabiliyor. Düşüncelerim gökyüzüne doğru havalanıyor. O an Alaz'ın beni bekleyen gözlerini hatırlıyorum. Tekrar ona dönüyorum.


—Çok uzun zaman sonra oğlum. Hem hepimiz gökyüzüne gideceğiz.


—Anne gitmeyelim, istemiyorum.


—Ama herkes gider oğlum.


—Hayır anne, gitmeyelim!


—Tamam oğlum, gitmeyeceğiz.


Annesinin sesinde mucize arayan oğlumu mu kıracağım? Onun sırtını sıvazladıktan sonra tekrar uçuşuyor düşünceler. Aklımda ölüm, dağılgan köylere bakıyorum. Ama yıkıntılar içinden fışkıran yaşamla göz göze gelince ölümü çağırmak ayıp oluyor sanki. Yaşlı teyzelerin kapı önü çiçekli sohbetleri, konuşmaya hevesli elleri, allı morlu etekleri ölüme bir cevap değilse ne? Buruşuk ve parıldayan yüzleri gibi kireçli evleri nasıl da pür-i pak. Anlıyorum. Zihnim bu manzarayı görünce eskiye övgü yapıyor. Güzelleştikçe güzelleşiyor görüntüler. Hem eskilere hem de onların hikâyelerine bayılıyorum.


—Ee Eleni? Sana değilse de hamurunun mayasına geldim. Hemen karşı kıyıdayım. Aramızda bir Arşipel var, o kadar. Senin insanlarını izliyorum. Burası bir köy. İçinde meydan var. Çocuklar telaşlarıyla boşlukları dolduruyor. Meydanda; küçücük bakkal, aile lokantasında Mamos içen kadınlı erkekli bir kaç grup, turunç ağaçları ve yasemin kokusu var. Yaşlıları Yasas diye selam veriyor. İki kişinin yan yana ancak yürüyebileceği sokaklar çan sesleriyle çınlıyor. Saydım. Her beş evden biri yıkık. Ama anıları oracıkta duruyor. Kapısı yeşil, dar avlusu deve tabanına bırakılmış iki katlı evin önündeyim. Sahi senin gözlerin ne renkti Eleni? Yeşil mi? Ben yeşili yakıştırdım sana. Beni duyuyor musun Eleni? Iraz'ı anlatsana? Neden bu ayrılık?


—Doğru bildin, gözlerim yeşil. Ağlamaktan yosunu bol, yeşili daha yeşil şimdi. Sen söylemedin adını?


—Toprak benim adım.


—Tanıştığımıza göre devam edebiliriz. Ben bir taş ustasının kızıyım. Babam Yorgo. Elleri de dili de taşlaşmıştır ama kalbi hâlâ kalptir. Saçları kırdır, bakışları muziptir. Sevilir, aranır insandır. Neden babamdan başladığımı soracak olursan, annem çoktan öldü. Ona dair pek şey de hatırlamıyorum. Bir küçük resmi var. Arkası bomboş olan güzel bir yüz. Ha bir de bir aynası ve üzerinde kokusu olmayan bir mendili var. Babam ve küçük halam büyütmüş bizi. Yani beni ve kardeşimi.


—Başın sağ olsun... Üzüldüm... Peki Iraz?


—Ah Iraz, hem damarlarımda akan kanım, hem de yolculuklarımda asla varamadığım durağım. O babamın yanında taş öğrenen bir kilida. Kahve götürmüştüm babama. Velakin görünce o kara gözleri, kahveyi de unuttum babamı da. İçimdeki ben bir an çıktı ve onun sıcacık kaşına gözüne dokundu geldi. Sonra o da baktı bana. O da geldi saçlarıma dokundu, eminim. Öyle içten hissettim. Ben bir daha o eski ben olamadım.

Toprak, hiç sen de öyle oldun mu?


—Oldum. İyi ki oldum hem de. Olmasaydım boşa yaşamış sayardım hayatımı.


—Sen öyle deyince şimdi, biraz içim ferahladı sanki… Ama benim gibi kimsenin çözemediği bir düğüm de oldun mu? Geçmişinle geleceğin arasında sıkışıp kaldığın, sen olmaktan yorulduğun oldu mu? Ben çok yorgunum. Ne kavuşabiliyor ne de unutabiliyorum.


Keretaa diye bir sesle irkildim. Çocuklar komşu evin bahçesinden atladılar. Aman yarabbi, kim bilir neler oldu. Ah, kendimle kalmak hem çok zor hem de çok güzel. Beni bekle Eleni, yine geleceğim.