Elias Canetti’nin otobiyografisini okuyorum.
“En eski anım kırmızıya bulanmıştır.” cümlesiyle açılıyor. İlk cümleden sonra kitabı elimden indiriyorum. Çünkü benim de en eski anım kırmızıya bulanmıştı bay Canetti, diyorum. (Benim hatırlamama imkan yoktu, bana anlatılanları anı edindim, ama annemin de bana dair ilk anısı kırmızıya bulanmıştı. Bunları geçelim.)
Canetti ilkokuldaki sıra arkadaşıyla pul değiş tokuşlarını anlatıyor. Öğretmeni onların bu meşguliyetini fazla görüyor, yerlerini değiştiriyor, Elias’ın yanına bir kız çocuğu oturuyor, Canetti şöyle diyor:
“Mary Handsome. İlk anda, bir posta pulu gibi hoşlandım ondan.”
Kitabı elimden indiriyorum. Hey, böyle cümleler kurulurken benim çocukluğum neyle meşguldü. Çok güzel bir şarkıya denk geldim sonra. “O da -ayaklarımın dibindeki yapraklar gibi- yerçekiminin bir kurbanıydı” sözleriyle açılıyor. Balkona çıkıyorum, tüylerim diken diken oluyor, bu ağaçlar burada durdukça diyorum. Cümlem bir yere varmıyor, öyle, bir çocuk tekerlemesi gibi, bu ağaçlar burada durdukça, bir, iki, üç..
Ağaçların insana neden böyle iyi hissettirdiğine dair Canetti’nin bir çocukluk anısı var. Bir gün, bir panayırın eğlence tünelinde, Messina şehrinin depremle nasıl yıkıldığının anlatımını izliyor; sallantı, gök gürlemesi, şimşekler, alev alev yanan evler. Küçük Elias’ın nefesi kesiliyor, kendini dışarı atıyor, bir ağaç buluyor, ağacın gövdesine sarılıyor, onu yumrukluyor, sallamaya çalışıyor. sonra diyor ki “ağaç kımıldamadı, sağlamdı, hiçbir şey değişmemişti, tamam, artık mutluydum. Umutlarımı ağaçlara bağlamam o günlerden kalmış bir duygu olsa gerek.”
Tekrar ediyorum. Ağaçlar burada durdukça. Bir. İki. Üç.