Bir yandan yapmaya çalıştığı yemeğin malzemeleriyle savaşırken, bir yandan da kendini radyoya vermeye çalışıyordu. Sevdiği şarkılardan biri çalıyordu çünkü ve bunu kaçıramazdı. Kaçırsa dahi tekrar tekrar dinleyebileceği başka mecralar vardı ama nedense sevdiği şarkıların radyoda çıkması ona ayrı bir mutluluk veriyordu. Zaman geçtikçe kendisine mutluluk veren başka şeylerin olduğunu da keşfetti: yemek yapmak. Daha çok yeniydi ve fazlasıyla acemiydi. Yine de yemeğe tuz yerine şeker attığı, bulgur ve düğül arasındaki farkı bilmeden bulgurlu kısır yaptığı günleri dahi seviyordu.


Makarnayı fırına koyduktan sonra tam karşısına bir sandalye çekip oturdu. Bir yandan fırının içindekini izliyor, diğer yandan düşünüyordu. Çocukken de yapardı bunu. Annesi fırına kek koyar, kendisi de fırının karşısına geçip kekin kabarışını izlerdi. Tıpkı film izler gibi. Şimdi düşününce, o haliyle Demirkubuz filmlerinden fırlama, hastalıklı ancak sakin bir karakter gibi gördü kendisini. Gülümsedi. Annesi o halini görünce "Erkek adamsın, hiç yakışıyor mu sana böyle şeylerle uğraşmak." diye kızardı. Bunun erkeklikle ne alakası olduğunu anlayamamıştı. Fırını izlemeyi her istediğinde bunu düşünürdü. O zamanlar bunu, "Annem, ben büyüyünce aç kalmamı istiyor." diye yorumlamıştı. Aradan zaman geçince ve nice söylemler işittikçe aslında yanıldığını anladı. Çünkü ne zaman bir yerlere gitse, kendisinin bu tür şeylerle uğraşmasına gerek kalmadan, onun için yapanlar oluyordu. Ailesiyle yaşarken, annesi veya ablası yapıyordu. Misafirlikte ya ev sahibi kadın ya da kendisiyle aynı şekilde misafirliğe gelen kadınlar yapıyordu. Evlendi. Bu sefer bayrağı eşi devraldı. Kendisine hiç ihtiyaç duyulmuyordu. "Acaba bir robotla mı evlendim?" diye düşünüyordu kimi zaman. Yorulmuyordu hiç. Sadece mutfak değil, temizlikten çocuklara kadar her şeyle ilgileniyor ama yorulmuyordu. Bunu ona hiç sormadı. "Eğer yorulsaydı bunu söylerdi, demek ki halinden memnun." diye düşündü hep. Kendisini evde işe yarar hissettiği tek durum, turşu kavanozlarının kapağını sadece kendisinin açabilmesiydi. Kısa bir süreliğine tabii. Eşi, kavanoz kapağı açma konusunda farklı bir teknik geliştirene dek. Yine yanıldığını anladı ve çok sonradan anlamlandırabildi bütün bunları: nasıl ki kendisine "yapmaması" gerektiği öğretilmişse, eşine de "yapması" gerektiği öğretilmişti. Yine de en azından "fıtrat böyle" gibi bir saçmalığa düşmediği için kendisini şanslı sayıyordu.


Sandalyeden kalktı, fırına daha yakından baktı. Sosun üzerinin kızarmasını bekliyordu. Fırından gelmeye başlayan koku huzurla doldurdu içini. Tıpkı çocukken; yazın sabahtan akşama kadar bıkmadan sokaklarda oynayıp, akşam yemeği vakti geldiğinde pencereden kendisini çağıran annesinin sesini duyup eve ilk adımını attığında, evin taş ve tuğladan çok, canlı ve hayat dolu olduğunu ispatlayan, güvende ve huzurlu hissettiren o yemek kokuları gibi... Sonra durdu bir an ve yapayalnız olduğunu hissetti. Kızıyordu. Bir gün tek başına kalabileceğini hesaba katmadan, bir kadının sonsuza dek kendisine bakacağına inancı tam bir şekilde kendisini yetiştirdiği için annesine kızıyordu. Şu küçücük mutluluğu bu kadar geç keşfedebildiği için kendisine de kızıyordu. Ancak yoktu bir anlamı bunları düşünmenin. Şu anın tadını çıkarmaya karar verdi. Fırını kapattı. Tepsiyi çıkardı. Biraz soğumasını bekledi. Kendisine güzel bir tabak hazırladı. Masaya geçti. Sonunda başarmış olduğu ilk yemeğin mutluluğunu, çocukluğunda evdeki yemek kokularıyla gelen mutlulukla kıyasladı. Aynıydı. Kendisi de yine aynı çocuktu. Ve yemeğini bitirdi. "Eline sağlık anne."