Öncesinde karanlık vardı. Safi karanlık. Her şeyden habersiz oldukları yerde yaşlanıp ölüyordu insanlar. Mutluydular, yalnızca kendilerini tanıdıklarından başka diyarlarda gözleri yoktu.
Yalnızca kendilerini bildiklerinden geride kalanlar ilgilendirmiyordu onları.
Sonra bir gün akıllının biri ateş yaktı. Etraflarında ne olup bitiyorsa gördü insanlar.
Ne çok da şey varmış dediler.
Neden bu kadar şey var dediler.
Nerededir olduğumuz yer dediler.
Ardından kıyasıya bir mücadele başladı iki gören göz arasında. Duygular unutuldu. Toprak öksüz bırakıldı. Doğaya ait her şeyi elinin tersiyle itip Tanrı katına yükseltti kendini. Ateşle hükmedebilirdi çünkü, hükmetti de.
Ne var ne yoksa avuçlarında toplamaya çalıştı. Oysa küçüktür avuçlarımız, değil tüm dünya, kendi suretimizi bile zor kapatabilir.
Önemsemediler bunu, suretin ne önemi vardı sonuçta. Tanrı’ydı o, yapardı bir şekilde. Yaptı da. Bir müddet sonra avuçları kararmaya başladı taşıdığı yükten. Geçer diye düşündüler.
Kan doldu avuçlara, ölesiye kaşındılar.
Birtakım maddelerle doldurdular midelerini, kaşıntıları geçti diye düşündüler. Geçmişti de.
Sonra kangren oldu el, kesip atmak gerekti diğer uzuvlara sıçramadan.
Her şeye çare bulan büyük Tanrı, buna çare bulamadı. Avuçları gözleri önünde toprağın oldu.
Hâlâ inanıyordu ama bir şeyler olabilirdi, oldu da.
Koyun olundu. İnsanlar birer birer bindirildiler aynı vapura, rotasız bırakıldılar.
Bir kaptan umdular, kendileri olduğunu düşünmeden çünkü kaptanlık eskidendi. Yıllar onlara uyumlu olmayı yani koyunlaşmayı öğretmişti.
Ne oldu ya sonra? Sahiden nereye gitti bu insanlar?
Bilinmez. O en son yola çıkan ve adına insan denilen şeyleri bir daha kimse göremedi. Onlar mutluluğun son örnekleriydi.
Dahası sonsuz mutsuzluk.
Ya da yapay mutluluk mu demeliyim bilmiyorum.
Peki ya ben bunun neresindeyim?
Ellerim kaşınıyor.