Karanlık, terk edilmiş binanın boş koridorlarında ağır ağır yürüyordu. Akşam akşam hatta gece gece başına iş açıyordu belki de. Adem de böyle bir insandı işte. Evdeki son elmayı yediği için karısı onu evden kovmuştu. Hamileydi ve tam da o anda elma aşermişti. Adem gecenin bir vakti nereden elma bulacağını düşünerek yola revan oldu. Az gitti, uz gitti dere tepe düz gitti. Yine de açık bir manav bulamadı. Bilmediği sokaklardan geçerken büyük bir bina çıktı karşısına. Terk edilmiş bir fabrikaya benziyordu. Aslında başta binayı fark etmedi. Hatta hiç yoktu sanki. Fakat bir anda karşısında beyaz ve parlak bir ışık huzmesi belirince neye uğradığını şaşırdı. Saniyeler içerisinde göz kamaştırıcı bir ışık ortaya çıkıp sonra bir anda kaybolmuştu. Adem meraklı bir insandı. Binaya girmekten kendini alıkoyamadı

Önce bir etrafı kolaçan etti. Kimseler yoktu. Kapısı olmayan binadan biraz da endişe ve korkuyla içeri girdi. İçerisi karanlık ve tenhaydı. Genellikle evsizler, dilenciler, tinerciler böyle yerleri mesken edinirdi ama burada insan namına hiçbir şey yoktu. Merdivenleri çıkmaya karar verdi. İkinci kattaki uzun koridorda loş bir ışık vardı. Oysa dışardan bakıldığında bir kıvılcım bile görünmüyordu. Koridorun sağındaki duvar beyaz, solundaki duvar ise siyahtı. İki tarafta da kocaman tablolar asılıydı. Sağ tarafta ırmaklar, meyve ağaçları, yeşillikler... Solda ise ateşler içinde yanan insanlar, korkunç işkence manzaraları... Tabloları seyrede seyrede geçerken koridorun sonuna vardı ve yine bir merdivenle karşılaştı. 

Üçüncü kat daha farklıydı. Yukarıya çıktığı gibi kocaman bir kapı gördü. Kapının üzerinde bir sürü semboller, simgeler, damgalar vardı. Hilal, haç, Davut yıldızı, sonsuzluk işareti, meşale... Bu sefer daha da ürktü. İçeride birinin olabileceğinden şüphelendi. Önce kapıyı çalmayı düşündü. Neden burada olduğu konusunda yapabileceği tek bir açıklaması, mantıklı bir sebebi yoktu. Yasaklar çiğnemeye çocukluktan alışkındı sonuçta. Bir cesaretle çaldı kapıyı. Hiçbir hareketlilik olmadı. “Kimse var mı?” diye seslendi. Yine karşılık alamadı. Kimsenin olmadığına kanaat getirip kapıyı ittirdi. Kapıda ufacık bir kıpırdama olmadı. Tüm gücüyle yüklendi, yine bir sonuç alamadı. Tam pes edip arkasını dönüp gidecekti ki arkadan bir ses geldi ve kapı hafifçe aralandı. Adem korkudan titremeye başladı ama kapının ardını merak etmekten de kendini alamadı. Karışık, daha doğrusu karmaşık duygular içinde kapıya yöneldi. Kapıdan kafasını uzattığı gibi şok oldu. Geniş bir odanın içinde onlarca ekran vardı ve hepsinde ayrı ayrı görüntüler oynuyordu. Dikkatli bakınca görüntülerin devamlı değiştiğini fark etti. Yollar, evler, arabalar, okullar, iş yerleri, ibadethaneler... Her görüntüde ayrı ayrı yüzler vardı. Rengarenk tenler, apayrı göz şekilleri, boylar, kilolar... Birbirinden uç yaşamlar... 

Kapı kapandı. Çıkıp çıkmama konusunda kararsızdı. Bu görüntüler, bu ekranlar neyin nesiydi? Odanın içinde dolaşmaya başladı. Kenarda diğerlerine nazaran daha büyük iki ekran vardı. Bu ekranlarda da hızlı hızlı isimler geçiyordu. Yalnız soldaki liste aşağıdan yukarıya, sağdaki liste de yukarıdan aşağıya kayıyordu. İsimleri okumaya başlayınca her dilden türlü türlü ismin yazdığını fark etti. David, Ahmet, Jasmina, Haruto, Lucia... Soldaki ekran siyah, yazılar beyazdı. Sağdaki ekran ise tam tersiydi. 

Kendi kendine “Alt tarafı bir elma bulmaya çıktım. Şu başıma gelene bak.” dedi. Lafını bitirmesiyle kıpkırmızı bir elmanın küt diye yere düşmesi bir oldu. Bir anda kalp atışı hızlandı. Nereden düşmüştü bu elma? Etrafında kimse yoktu. En doğru kararın buradan ayrılmak olduğunu düşündü ve kapıya yöneldi. Kapı açılmadı. Evden aceleyle çıktığı için telefonunu da almamıştı. Tekrar küçük ekranlardaki görüntüleri incelemeye başladı. Süratle yere çakılan bir uçak görüntüsü çıktı karşısına. Rusya bayraklı bir yolcu uçağıydı bu. Uçak düşer düşmez patladı ve paramparça oldu. Kafasını kaldırıp resim sergisi gezer gibi dolaşırken isimlerin yazılı olduğu ekranların başına geldi tekrar. Sağdaki ekranda üst üste bir sürü Rusça ismin sıralandığını gördü. 

Beyninde şimşekler çaktı aniden. Burası... Burası Tanrı’nın odasıydı. İnanması güç olsa da başka bir açıklaması olamazdı bunun. Elma bulmak istediğini söyler söylemez elmanın yere düşmesi, tüm insanlığı görüntüleyen bu ekranlar ve şimdi de bu gördükleri. Soldaki ekran doğan, sağdaki ekran ise ölen insanları gösteriyordu. Son derece paranormal bir durumun içindeydi. Bir zamanlar bu tarz paranormal olayları araştırmasına, bu tarz filmler izlemesine rağmen hiçbir zaman inanmamıştı. Oysa şimdi en inanılmayacak ve açıklanmayacak bir vakanın tam ortasındaydı. Emin olması gerekiyordu. Ölen insanları gösteren ekranın başına geçti. Aklında kendisine sürekli haksızlık yapan, aşağılayan, onu sömüren patronun ismini yazmak vardı. Küçük ve gereksiz olduğuna kanaat getirdiği bir anlık şüphesinden sıyrılarak hızlıca yazdı. Sonra hemen görüntülerin oynadığı ekranlardan birine aynı ismi yazdı. Eli ayağı birbirine dolaştı. Korkudan küçük dilini yutacaktı. Birkaç defa akşam yemeğine gittiği bu ev alevler içinde yanıyor, patronu da bu alevlerin arasında çırpınıyordu. Birkaç saniye sonra ateş öyle yükseldi ki patronu içerisinde kayboldu. 

Ne yapacaktı şimdi? Tanrı... Tanrı neredeydi? Şu an Tanrı’nın yerindeydi. Eliyle yüzünü kapatarak titreye titreye yere çöktü. Farkında olmadan kendi kendine konuşmaya başladı. “Daha önce düşünmüştüm. Acaba bir günlüğüne Tanrı olsam neler yapardım diye düşünmüştüm bir kez. Biliyorum İslamiyet’teki en büyük günah olan şirke giriyor bu ama ne yapayım? Düşüncemi durduramıyorum ki. Sahi neler yapardım Tanrı olsam? Güç, yakışıklılık, para gibi şeyler o kadar saçma geliyor ki. Gücü de güzelliği de yaratan kişisin. Sınırsız bir gücün, her şeyi var etme ve yok etme imkanına sahipsin. Bambaşka bir canlı formuna bürünebilirim, dünyadaki tüm varlıkları kendime hayran edebilirim, evrendeki tüm bilgileri kavrayabilir, geleceğe ve geçmişe hükmedebilirim. Bazen bir insana haddinden fazla para verildiğinde bile sapıtıp kendinden geçebiliyor. Peki ya böyle eşsiz bir güç? Sonradan görme bir Tanrılık sonradan görme bir zenginliğe benzer herhalde. Mesela en hümanist yanımla yaklaşıp dünyadaki tüm silahları İsa’nın göğe yükselip kaybolması gibi kaybetsem ve dünya barışını sağlasam... Mümkün mü böyle bir şey? Ya bu sefer insanlar ilk çağlardaki gibi sopalarla ve taşlarla saldırırsa birbirine. Boşuna dememişler “Tarih tekerrürden ibarettir” diye. Hem belki Kabil de bugün doğsa Habil’i bir Glock 17 ile öldürecekti. Peki ya duygularım ne olacak? Hislerim..”

Yerde adeta bir nöbet geçiriyordu. Daha önce hiç böyle bir Tanrı tasvir edilmemişti. Kimi zaman balçıktan yapılmış küçük, kimi zaman ise bir gökdelen gibi yükselen kocaman bir heykel olmuştu. Bazen bir inek, bazen de insanı yakıp kavuran bir ateşti. Kimi insanlar için yalnızca göktü. Kimisi için soyut bir varlıktı. Ama kimse kendisine korkarak başını ellerinin arasına alıp titreye titreye ağlayan bir Tanrı yaratmamıştı. Adem acıktığını ve susadığını fark etti birden. Az önce yukarıdan düşen elmaya takıldı gözü. Ayağa kalkıp elmayı aldı. Yememesi gerekiyormuş gibi hissediyordu. Yine her zamanki gibi hislerine yenik düştü ve elmadan kocaman bir ısırık aldı. Tam o anda içerden beyaz ve parlak bir ışık huzmesi büyüyerek dağıldı. Dışarıda binaya bakan adamın gözleri kamaşıyordu.