Cover 


Babamın kitaplığını karıştırmaya başlayalı beri, her geçen gün evden uzaklaşıyorum, evin içinden bana ulaşan sesler de gittikçe azalıyor. 

Kitaplığı karıştırmaya sekiz yaşını biraz aştıktan sonra başladım, otuz yıldan fazla geçti, tamamı tamamına otuz sekiz yıl, altı ay, on beş gündür kesintisiz kitaplıktayım desem yalan olmaz. Karıştırmaya başlarken, birkaç hafta içinde kolayca kitaplığın sonuna ulaşacağımı sanmıştım, oysa durmadan sürekli yeni kitapların ekleneceğini öngörmediğim gibi birçok çeşit değişik kitapla da karşılaşmıştım.

Evin ve kitaplığın her yerinde, benimle aynı dili konuşan kitaplar, benim dostlarım olduklarını söylüyorlar. Arada, babamın çıldırdığımı düşünmesine sebep olmaktan memnun gözüküyorlardı. Biz kitaplarla babamın yolundan gittiğimizi sanırken, belki de onca zaman aslında kendi çevremizde dönüp durmuştuk, evden bizi ayıran uzaklık hiç artmamıştı. Rafın sonuna hâlâ ulaşamamış olmamızın nedeni belki de böyle açıklanabilirdi.

Ama sık sık da, bu rafların sonunun var olmadığı, kitaplığın sonsuz bir biçimde uzanıp gittiği, ne kadar okursam okuyayım hiçbir zaman bitmeyeceklerini en başından beri bildiğim halde, kendime tekrar ulaşamayacağım korkusu acımadan içimi kemiriyordu. Demiştim, okumaya sekiz yaşımı aştıktan sonra başlamıştım, belki de çok geçti. Arkadaşlarım, ailem, öğretmenlerim, bu fikrimi ciddiye almamış, çocukluğumun o tasasız yıllarının boşa harcanması saymışlardı. Böylelikle kitapların çok azını karıştırmamı sessizce kabullenmişlerdi. Kendiliğinden gayet tasasız olmakla birlikte, kitaplar boyunca okuduklarımı sevdiklerimle paylaşabilmek istedim. Bunu salt kendi sözlerimle yapabilmemin mümkün olmadığını daha o yaşta kavramıştım. En sevdiğim dokuz seçilmiş kitabı olanları nasıl anlatacağımı bana öğretmekle görevlendirdim.

O yaşlarda tek kişi olduğum için dokuz kitabın çok fazla olduğunu sanmıştım. Zaman geçip kendimi bildikçe tersine, şaşılacak kadar az olduğunu gördüm; oysa içlerinde ne maceralar vardı, yollarını haydut kesenler, bir bakışla zamanı kıranlar, sonsuz aşklar...

Dokuzu da şaşkınlığımı çok zor anlatabileceğim bir tutarlılıkla, her anlamda hizmet ettiler bana. Birbirlerinden ayırt edebilmek dışındaki her amaç uğruna lakaplar taktım onlara: hepsi bende saklı. 

O zamanlar kendimden uzak olmaya alışık olmadığım için olsa gerek, seçtiğim ilk kitabı daha ilk haftanın akşamı, unutmam mümkün değil; tam sekseninci kitaba yaklaşırken ve tam teslimiyet için bayağı yol almışken çıkarttım. O andan itibaren okuduklarımı aktarmanın sürekliliğini düşünemiyordum bile, yine de az da olsa bunu sağlamak için, ertesi akşam ikinciyi, sonra üçüncüyü, sonra dördüncüyü çıkarttım. Yolculuğun dokuzuncu haftası da geçip gitti. İlk kitap ise daha geri gelmemişti. 

O hafta seçilmiş ilk kitap geri geldiğinde, ben kitaplığın içindeki ıssız bir vadide kaybolmaya hazırlanıyordum. Hermes'den, ilk kitabın lakabının bu olmasını etkileyici buluyordum o yaşlarda. Şimdi korkutucu biraz öyle değil mi ama? Ne diyordum, Hermes’den hızının tasarladığından daha düşük kaldığını öğrendim. İyi bir koltuğun üzerinde tek başına okurken ben, aynı süre içinde bizden katbekat daha hızlı yol almasını umuyordum. O ise zaten çok daha hızlı olacağını sanmıştı, oysa yalnızca kendi boyu kadar bir yol alabilmişti. Yarım günde 240 sayfa ilerlerken, o altmış sayfa bile okuyamayanların aklını fersah fersah aşmış, ancak ne yazık ki daha fazlasını yapamamıştı. Ötekilerle de durum böyle oldu. Kendime özel kurguladığım bu yolculuğun üçüncü ayında mutfağa gönderdiğim Aither’in dediğine göre, en sert kokular bile o gittikten sonra ancak on beş gün daha duyulabilirlerdi. Dördüncü ayda habere giden İris, ancak ateş söndükten sonra geri döndü. Çok geçmeden, gönderdiğim kitapların ne zaman geri döneceğini bilmek için, o zamana kadar geçirdiğimiz günleri hiç yaşanmamış saymanın yeterli olduğunu belirledim.

Kitaplıkta sürekli yol aldığımız için gönderdiklerimin dönüş yolu her seferinde artıyordu. 60 haftalık bir okumadan sonra, giden kitapların gelişiyle bir sonrakinin gidişi arasındaki süre belirgin biçimde uzamaya başladı, böylece anlamın sesi gittikçe zayıflıyordu, haftalarca hiçbir haber almadığım oluyordu. Geçen süre altı ayı bulunca -Felsefe Dağları'na henüz varmıştık- bir kitabın gelişiyle bir sonraki kitabın gidişi arasındaki süre tam 20 aya çıktı. Kitaplar artık bana eskimiş haberler getiriyordu. Sayfalar buruşmuş olarak ulaşıyordu, kimi kez, kitapların elden ele geçirdiği geceler nedeniyle üstlerinde kim bilir nelerin lekeleri oluyordu. Kitaplıkta devam ediyorduk. Üstünden geçtiğim harflerin okuldakilerin benzeri olduğuna, uzaktaki, kitaptaki kapağın okuduğumunkinden değişik olmadığına; kağıdın, paragraflar arası boşlukların, sayfa numaralarının aynı olduğuna inandırmaya çalışıyordum kendimi, boş yere. Harfler, kağıt, kapak, paragraflar, ve satırların arasındaki boşluklar aslında bana yeni, değişik şeyler gibi geliyordu ve ben kendimi yabancı hissediyordum.

Oku, hep oku! Öykülerde rastladığımız kahramanlar, kitaplığın sonunun uzak olmadığını söylüyorlardı. Gözlerimi yüreklendiriyor, şakaklarımda beliren yılgınlık belirtilerini söndürüyordum. Kitaplığı karıştırmaya başlayalı tam dört yıl olmuştu ve ne tükenmez yorgunluktu. Hayatım, evim, babam öylesine gerilerde kalmıştı ki inanamıyordum. Şimdi gönderdiğim kitapların geri gelmesi için geçen zamanda en az bir rafı geçmiş oluyordum, sessizlikler, yalnızlıklar içinde. O zamana kadar geçirdiğimiz günleri hiç yaşanmamış saymanın yeterli olduğunu anlatan. Gönderdiğim kitaplar, bana zamanın sararttığı ilginç mektuplar getiriyorlardı. Mektuplarda unutulmuş adlar, yabancı söyleyiş biçimleri, anlamayı başaramadığım duygular buluyordum. 

Hissettiğimi unuttuğum haller ise cabası. Haberci kitaplar, yalnızca bir zaman dinlendikten sonra, yeniden yola koyulurken bense mecburen ters yönde yola çıkıyor, çok önceden hazırlamış olduğum mektupları yeniden kendime doğru götürüyordum. 

Buluşmak üzere.