Toprakta oynamayı çocukluğumdan beri çok severim. Suyla karıştırıp çamur yapmayı, çamurdan pastalar yapmayı, onları hayali misafirlerime ikram etmeyi. Üzerinde saatlerce oynamak bana çok keyif verirdi. Zamanla oyunlar çıktı hayatımdan. Bu defa toprağın üzerinde çıplak ayak gezmeyi sevdim. Yağmur sonrası kokusunu sevdim. İçinde barındırdığı binlerce çiçeği sevdim… Yalnızca sakladığı bedenleri hiç sevemedim. Belki sevdiğim birini ona vermek etmek zorunda olmasaydım, halen sevebilecektim. Üzerinde koca bir hayat var ölülerin. Yüzlerce güzel şey var. Hatıralar var. Sevdikleri var. Küçükken oyunlar oynadığın toprağa sevdiğini emanet edemezdi kalp. İnsan sevdiğini börtü böceğe, kuşlara, rüzgârlara nasıl emanet edebilirdi? Yanına gelip toprağından çamur pastalar yapsam sen kokar mıydın? Ya da bir fidan diksem üzerine, filizlenen sen olur muydun? Bir nergis çiçeği gibi açamazdın değil mi? İnsan ne çaresiz bir varlıktı. Ölüyü yeşertmeye çalışmak ne kadar acıydı. Yağan yağmurları durduramamak, üşüyen ruhları ısıtamamak, veda edememek ne kadar zordu. Kırlara hatıralarınla koşamıyorum artık. Camdan dışarıyı izlerken arıyorum seni. Kayan yıldızlarda, ayda, güneşte. Bulamayacağımı biliyorum. Belki sen de bakıyorsundur diye izliyorum hepsini. Aynı yerde olamayan biz, gözlerimizle buluşamaz mıydık?