Yirmili yaşların sonlarında biri gözlüklü iki adam, bir yandan kahvelerini yudumlarken diğer yandan siyaset tartışıyorlardı. Büyük şemsiyeler altındaki masalarda oturan insanların çoğu aynı şeyi yapmaktaydı. Kahvehane, olması gerekenden biraz daha boştu sadece. Belki de bundan dolayı olacak, birkaç masa ötedeki kitabına yoğunlaşmış gibi gözüken daha olgun yaşlardaki kişi, içinde bulunduğu durumun tamamen farkındaydı. Diğer masadaki iki adam tarafından izlenmekteydi. Kitabı, sigarasını ve çakmağını masada bırakarak tuvalete yöneldi. Tuvalete girmeden önce kasaya yaklaşıp hesabı ödedi.


Masaya döndükten sonra oturmadan eşyalarını alarak hızlıca yürümeye koyuldu. Arkadan birilerinin bağırdığını duydu. "Garson hesap! Çabuk olsun! Neyse buraya bırakıyorum." Yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı.


Yakasında bulunan telsizden gülüşme sesleri geldi.


"Komutanım şunların telaşına bakın"

"Kes sesini! Kendi ilk seferini hatırla. Restorandakilerin havalandırmayı kapatması için 20 dakika tartışmıştın. Rozetini göstermek sonrasında aklına gelmişti"

Telsizdeki adam iç geçirdi.

"Bizim civcivlerin durumu nedir?"

"Sizi kaybetmemek için izlemeden yardım alıyorlar"


"Kameralara güveniyorsunuz demek" diye düşündü. Şimdiki gençlerin her zor durumda teknolojiye sarılması onun canını sıkan durumlardan biriydi. Binbaşı Mithat bu işe başladığında, farklı tipteki ayakkabıları ayak sesinden ayırt edebilmek için bile kendisini eğitmek zorunda kalmıştı. Şimdilerde ise her durumda dijital makinelere güveniliyordu.


Çaylaklar aynı onlara öğretildiği gibi, Binbaşı'nın onları fark edemeyeceği güvenli bir mesafeden takibi sürdürüyordu. Bir yandan da izleme ekibinden konum desteği alıyorlardı. Her ikisi de bunun bir sınav olduğundan habersizdi ve ilk görevlerinin heyecanı tüm bedenlerini sarmıştı.


İzleme ekibinin, hedefin kameraların göremeyeceği bir sokağa yöneldiğini söylemesi üzerine, ikisi de adımlarını hızlandırdı. Birbirleriyle tek işaretle anlaşan ikili, sokağın 2 girişine yönelecek şekilde ikiye ayrıldı. Böyle durumlarda ne yapacakları onlara defalarca tekrarlanmıştı: Hedefi mevcut çıkışlardan kuşatarak etkisiz hale getirmek.


Binbaşı'nın arkasından gidecek olan çaylak, sokağın başına geldikten sonra telsizden konumunu bildirdi ve hızla harekete geçti. Dar sokaktaki merdivenleri olabildiğince hızlı fakat sessiz çıkarken köşeleri geniş açıdan dönüyordu. Son köşeyi dönerken karnına doğru gelen yumruğu zamanında fark etti. Uzanan kolu önce savuşturdu, sonrasında duvardan aldığı güçle geriye doğru bükerek kırdı. Acı içerisinde bağıran kişi yere düştü. Her ihtimale karşı mesafesini koruyan genç aday, istemediği bir manzarayla karşılaştı. Kolunu kırdığı kişi maalesef ortağından başkası değildi.


Minibüsten olayları izleyen teknik ekip çoktan kahkahalara boğulmuştu. Ayakta duran genç yeni yetme, ağzını yakasına yaklaştırarak bozuk bir moralle tekrarladı. "Görev başarısız, olay yerine acil ambulans."


Teknik ekip şefi gülmekten yorulunca diğer kanala döndü:

"Komutanım muhteşemsiniz! Bu sefer bizi bile atlattınız"


Ancak herhangi bir cevap alamadı. Kanalı ve frekansı hızlıca kontrole etti. Bir yanlışlık yoktu. Tekrar denedi:"Mithat binbaşım, orada mısınız?"

Yine yanıt yoktu. Binbaşının farklı nedenlerden telsizini kapattığı pek sık olduğu için önemsemedi. "Bir de şu huyu olmasa" diye içinden geçirdi.


Binbaşı Mithat sokağın girişindeki manavda poşete doldurduğu elmaları bir kenara bıraktı. Amacı başarısız olan gençlere görev sonu birkaç nasihat vermekti. Sokağa girdi ve merdivenleri yavaş yavaş çıkmaya başladı. Derken beklemediği, aralıklı bir çarpma sesiyle temkinli bir pozisyon aldı. Sarı, sert süngerden küçük bir top merdivenlerden sekerek indi. Duvara çarpan topu Mithat eliyle kaptı. Sonrasında yanından merdivenleri telaşla inen genç bir kadın geçti. Göz gezdirirken "acaba çaylakların planladığı ilginç bir numara mı" diye düşündü. Elinde topla beraber kendinden emin merdivenleri çıkmaya devam etti. Şehrin gürültüsü giderek uzaklaşıyordu sanki. Ortam birdenbire çok sessizleşmişti. Sokağı bitirdi, fakat iki çaylağa da rastlamadı. Hafiften telsizine eğilerek:


"Nerede bu iki sersem?" diye sordu. Yanıt yerine birkaç garip hışırtı duydu. Telsizi yakasından söktüğünde kırmızı ışığın yanıp söndüğünü fark etti. Anlaşılan bağlantıyı kaybetmişti.


"Eğer bu o ikisinin marifetiyse tahminimden iyi olmalılar"


Derken etrafına bakma ihtiyacı hissetti. Sokaktan ana caddeye çıkmıştı fakat cadde tamamen boştu. Hiç insan yok! Tüm ışıklar yanıyordu, mağazalardan müzik sesleri geliyordu fakat etrafta kimsecikler gözükmüyordu. O an bunun 2 çaylağı aşan bir durum olduğunu fark etti. Çok daha büyük bir olayın içerisindeydi. Belki de birileri eğitimi fırsat bilerek ona karşı operasyon düzenliyordu. "Sünger top" diye düşündü. O sarı topun içerisinde kokusuz bir gaz falan olabilirdi. "Şu anda zihnim bana oyun oynuyor olmalı!" Topu tutarak inceledi, nemli falan değildi. Sonrasında caddeye doğru fırlattı.


Yanında ne bir silah ne de telsizinden başka bir araç vardı. Yavaş adımlarla etrafta gezinmeye başladı. Bir yandan da vücudundaki anormallikleri tespit etmeye çalışıyordu. Kimseyi görememek dışında tek hissettiği gariplik, uzunca bir süredir gerçekten tatmadığı adrenalin hücumuydu.


Bu caddeden az önce geçmişti, "herhangi bir şekilde boşaltılmış olması mümkün değil" diye düşündü. Belki de çoktan bayılmış ve şu anda hayal görüyordu. Ancak böyle zamanlarda insan oraya nasıl geldiğini bile hatırlamaz ya da bilinci böylesine net olmaz. Binbaşı ise her şeyi çok net hatırlıyordu. Etrafa bakarken bir önceki geçişinden farklı olduğunu düşündüğü bir şey gördü. Yüksek binaların arasında göze çarpan 2 katlı ahşap bir dükkan. Daha önce orada olmadığından emindi. Hatta bu boşluk daha önceden gelmiş olduğu bir dönerciye ait olmalıydı. Belki de bulunduğu durum açısından bir ipucu olabilirdi. Dükkana doğru yaklaştı.


Kapıya geldiğinde "acaba hayal mi görüyorum" diye tekrar düşündü. Eski kapı kolunu kavradı, hissettiği soğukluk, dokunma, hepsi tamamen gerçek gibiydi. Kapıyı iterek açtığında tepesindeki zil çaldı. İçeride de aynı dışarısı gibi kimsecikler yoktu. Mekan bir hediyelik eşya dükkanını andırıyordu. İlk bakışta etrafta bir sürü oyuncak, kitap ve resim vardı. Ancak özellikle oyuncak ve kitaplar kullanılmış havası veriyordu. Belki de ikinci el eşyalar satan veya rehin bırakılan bir yerdi."Merhaba! Kimse var mı?" Dükkanın en dibinde, dönerek yukarıya uzanan ve de yukarısından ışık gelen, dar, ahşap merdiveni fark etti ve oraya yöneldi.


O sırada yukarıda birisinin merdivene yaklaşan ayak seslerini duydu. Kendi adımlarını durdurarak merdivenin başlangıcının hemen yanında pozisyon aldı. İnecek her kimse, gördüğü anda alaşağı etmeye hazırdı. Ancak hamle yapacağı sırada gördükleri, fikrini çabucak değiştirecekti.


Merdivenin diğer ucunda görünen, yün terlikleri ve sıska bacaklarıyla her seferinde bir basamak inmeye çalışan, epeyce yaşlı bir teyzeydi çünkü. Her adımında gıcırdayan merdivenleri iki kolunun yardımıyla inerken, bir yandan binbaşını selamladı:"Özür dilerim, geldiğinizi duyamadım. Biraz yaşlandım sanırım."


Mithat, aklında biriken onlarca soru olduğu halde teyzenin inişini sabırla bekledi. Buralarda gerçek birisine rastlamak onda hem şaşkınlık hem de sevinç yaratmıştı. Teyze merdivenleri bitirince omuzundaki şalı ve üstünü başını düzletti, Binbaşı'ya döndü: "Hoşgeldin evladım"


"Hoşbulduk, adım Mithat. Ben...."

"Sizi gayet iyi tanıyorum Binbaşı. Buraya neden geldiğinizi anlatmanız yeterli."


Binbaşı şaşkınlığını gizleyerek yaşlı hanıma daha dikkatli bakmaya çalıştı. Onu daha önceden görmüş müydü? Hayır. Öyleyse nasıl olur da onu gayet iyi tanırdı? Belki de sadece üniformasından rütbesini fark etmişti. Tek sıkıntı Binbaşı'nın o sırada üniformasız oluşuydu.


"Şey, bana burasının tam olarak ne olduğunu söylerseniz belki ben de neden burada olduğumu anlayabilirim."


Yaşlı kadın gülümsedi. Ağır adımlarını tezgaha yönlendirdi. "Anlaşılan bir müddet buradasınız. Çay içer miydiniz?"


"Hayır teşekkür ederim. Pek vaktim de yok, bir an önce burada neler döndüğünü öğrenmeliyim."

"Zaten bunun için buradasın. Meraklanma, vaktimizin yeteceğini sanıyorum. Benim içmemde bir sakınca olur mu? Yaşlıyım ve bolca sıvı almam gerekiyor."

"Yo, neden olsun. Bunun için buradasın derken tam olarak neyi kastettiniz? Beni nereden tanıyorsunuz?"


Yaşlı kadın loş ışıktaki tezgahta çayını doldurduktan sonra Mithat'ın önünden geçti ve iki sandalyenin karşılıklı bulunduğu küçük yuvarlak masaya oturdu. O geçerken binbaşı onu daha dikkatli inceleme fırsatı buldu. Bembeyaz saçlarının üzerinde açık yeşil ince bir tülbent, yünden yapılmış şalı ve eski moda gözlükleriyle normal bir yaşlı görüntüsü veriyordu. Eğilmiş kamburuna rağmen Mithat ile aynı boyda sayılırdı. Gençliğinde epey uzun birisi olmalıydı.


"Burası bir emanetçi evlat."

"Emanetçi mi?"

"Evet. Etrafına bir bak. İnsanlar kendi hayatlarında istemedikleri şeyleri süresiz olarak bana emanet ederler. Yıllardır bir tanesini bile kaybetmeyi göze almadım. Hiçbirisine kıyamadım. Onlar için değersiz olan bu şeylerin her biri bence çok ama çok kıymetli."


Mithat, çabuk nutuk çekmeye başladığını düşündüğü ihtiyarın sözlerini kafasında öğütmeye çalışırken, bir yandan da yavaşça etrafı gezerek gözlemlemeye koyuldu. Hemen karşısında çok eski video oynatıcılarında oynatılan, büyük, siyah kasetlerden oluşmuş, tarih sırasına göre dizildiği anlaşılan bir yığın vardı. Onların hemen yanında bahsi geçen o eski video oynatıcılardan bir tane ve bağlı olduğu 37 ekran bir televizyon. Televizyonda da an itibariyle bir düğün sahnesi sürekli başa sarıyordu. Siyah beyaz görüntüde ayağı kaydığı için düşen damat ve tutunduğu gelinin, düğün pastasını devirişi tekrar ediyordu. TV programlarında izlediği komik videolardan bir kesitti sanki.


Onun yanında eski kıyafetlerle dolu bir askılık duruyordu. Kıyafetlerin hepsi birbirinden kirli ve lekeliydi. En öndeki küçük beden gömleğin düğmelerinin bir kısmı kopmuş, üst cebinde ise dik şekilde koyulmuş ufak bir kalemlik vardı. Binbaşı biraz yaklaşınca bu kalemliğin tıpkı çöp gibi koktuğunu fark etti. Yüzünü buruşturarak sordu:"Nasıl yani?"


"Burada gördüğün bu eski püskü şeylerin her birisinde paha biçilemez anılar yatıyor. Hiçbirisini bir diğerinden ayıramam."


"Demek süresiz öyle mi? Bir nevi ikinci el eşya koleksiyoncususun denebilir." Yaşlı kadın tekrar gülümsedi ve önüne baktı. "Ancak bir temizlikçi tutsan iyi edersin. Buradaki eski eşyaların bazıları resmen kokuşmuş. Allah aşkına şunun içerisinde ne var böyle.."


Mithat gömleğin cebindeki kalemliği eline aldı. İçi nispeten boş hissettiriyordu. Üzerinde kir ve tozdan zar zor seçilen yazılar vardı. Tozları koluyla silkeledikten sonra en belirgin olanını okuyabildi:KORKAK!




24 TEMMUZ 1968 İZMİR


Elleri cebinde okul bahçesindeki bankta tek başına oturan genç, ona doğru yaklaşan öğretmeni görünce ayaklandı. Tüm öğle arası yalnız başına dakikaları saymıştı ancak şimdi de kalkası gelmiyordu bir türlü. Kafasının üst tarafı kelleşmiş ceketli adamın "Hadi evladım" nidalarıyla oflaya puflaya sınıfının yolunu tuttu.


Sınıfa yaklaştığında başıboş öğrencilerin derin uğultusu onu karşıladı. Kapıdan girdiğinde yine her zamanki gibi öğretmen masasının yanında dip dibe sıralanmış dedikodu yapan kızlar, bir anlık duraksadı ve hepsi birden gözlerini ona doğru dikti. Genç adam aldırmadı. Arka taraftaki sırasının yolunu tuttu. Kızlar da hemen akabinde ateşli sohbetlerine devam ettiler.


Oturup sırasının altını yokladı. Muhabbet edecek kimsesi olmadığı için hoca gelene kadar deftere bir şeyler karalamayı düşünüyordu. Ancak aradığını bulamadı. Eğilip bir daha kontrol etti, kalemliği görünürde yoktu. Birden sinirden kulaklarının yandığını hissetti:"Şerefsiz piçler!"


Sırasından hızlı adımlarla kapının yanındaki çöp kutusuna ilerledi. Tam da düşündüğü gibi kalemliği çöp kutusunun içindeydi. Kalemliğini çöpten aldıktan sonra arkasına ani bir bakış attı. Gözüne ilk ilişen ona bakıp kıs kıs gülen kızlar oldu. Ancak asıl aradığını pencere kenarında ona doğru sırıtan 3 erkek öğrenciye baktığında buldu. Kalemlik elinde onlara doğru yürüdü.


"Lan şerefsiz Bilal! Siz yaptınız dimi lan!"

"Biz ne yapıcaz lan aptal doğru konuş! Nöbetçi çöpleri çöp kutusuna atmış işte"


Diğer iki çocuğun kahkahaları arasında Bilal'in yakasına yapıştı. Ancak gülen elemanlar aniden ciddileşip onu iki kolundan yakaladılar. Bilal ile beraber onu çöp kutusuna doğru ittirmeye başladılar.


"Oturtun lan çöp kutusuna şu ibneyi!"


Duvara çarpan sırtından güç alarak onları engellemeye çalışırken bir yandan da "Bırakın, şerefsizler bırakın beni!" diye feryad ediyordu. Sınıfın geri kalanı hiçbir şey yapmadan yüzlerinde gülümsemeyle olanları izliyordu. Derken kapı açıldı ve sınıfa öğretmen girdi:


"Bu ne gürültü! Napıyosunuz bırakın çocuğu! Ders başlıyor şu halinize bakın. Çabuk yerlerinize!"


Bilal ve çetesi işlerini bırakıp sıralarına koştu. Genç adam çöpe düşmemeye gayret ederek zorlukla doğruldu. "Eşek kadar adam oldunuz hala şebeklik peşindesiniz. Mithat, evladım bu ne hal?"


"Bilaller kalemliğimi yine çöpe atmış hocam"

"Anlaşıldı, geç yerine. Bilal sen ders bitimi benimle müdüre geliyorsun!"


Mithat yerine geçerken Bilal'in çelmesine takıldı ancak düşmedi. Bilal, işaret parmağını ona doğru sallarken "sen görürsün" der gibi bir ifade takındı.


Ders bitiminde Mithat yapması gerekeni biliyordu. Eşyalarını hızlıca toparlayıp kucakladı ve herkesten önce çıkışın yolunu tuttu. Ancak onu sınıfın kapısında iki yaver durdurdu. Diğer herkes olacakları bildiğinden hızlıca sınıfı terk ediyordu.


"Bırakın gideyim."

"Nereye kaçıyorsun lan korkak! Bir yere gidemezsin buradasın. Daha çöplerin hepsini atmadık"


Mithat onlarla itişirken boşalan sınıfa Bilal damladı. Çantasını ve ceketini en yakın sıraya koyup çemkirir bir halde Mithat'ın üzerine yürüdü."Babam ağzıma sıçacak lan senin yüzünden orospu çocuğu!"


Mithat'ı gömleğinden tutup havaya kaldırdı ve sırtını tozlu tahtaya vurdu. Kaburgaları çıtırdayan Mithat can havliyle bir kaç yumruk savurdu ancak Bilal neredeyse onun bir buçuk katıydı ve yumrukları yüzüne dahi erişmiyordu. Bu halde çırpınırken gömleğinin ön düğmeleri koparak yerlere saçıldı. Bilal onu tahtadan sıyırarak yere kondurdu. Diğer iki genç dayanma gücü kalmayan Mithat'ı kollarından kolayca kavrayarak kaldırdılar ve sürükleyip çöp kutusuna oturttular. Bilal, etrafa saçılan eşyalardan Mithat'ın kalemliğini buldu, öğretmen masasından bir adet tebeşir alıp, üzerine kocaman harflerle bastırarak "KORKAK" yazdı ve çöpte kıvranan Mithat'ın gömlek cebine dik bir şekilde oturttu."Şimdi oldu işte."


Sonrasında üç arkadaş gülüşmeler eşliğinde onu sınıfta tek başına bıraktı.


***


Binbaşı, hafızasına hücum eden anılar silsilesinden kurtulduğunda kalemlik elinden düştü ve yerde yuvarlandı. Başını yavaşça döndürerek yaşlı kadına doğru baktı ve ondan adeta bir şeyler söylemesini bekledi. Öyle de oldu: "Çocuklar bazen cidden acımasız olabiliyor öyle değil mi?"


Mithat söyleyecek bir söz bulamıyordu. Ağır hareketlerle yaşlı kadına doğru yürürken adımları henüz titremiyordu ancak gözleri anlamsızca boşluğa bakıyordu. Kadının karşısında duran sandalyeye oturdu.


"Şimdi biraz çay alır mısın?"

"Evet, biraz çay iyi olurdu."


Kadın binbaşıya çay koyarken konuşmayı sürdürdü: "Çocuklar, ah, onları genelde en masum halimiz olarak tanımlarız. Ancak dönüp baktığımızda hiçbir çocukluk sanıldığı kadar masum geçmez. Henüz içten pazarlıklı olmayı, kötü yanlarımızı saklamayı tam öğrenemediğimizden insanların en karanlık tarafları da çoğu zaman ilk defa çocukluğunda görünür. Kimse 30'undan sonra hırsızlığa, insanlara zarar vermeye başlamaz. İlk vukuatlarını her zaman çocukluklarında yaparlar. Saklamaktan bahsetmişken, az önce tecrübe ettiğin üzere burada gördüklerin genelde nahoş türden olanlar. İnsanların bunları benden ebediyen saklamamı istemesinin sebebi de zaten bu."


"Buradakiler tam olarak ne?"


"Daha önce de söylediğim gibi, anılar. Dünya ve evren çok büyük olabilir. Ancak sadece görüp yaşayabildiğin ve hatırlayabildiğin kadarı senindir. Diğer bir deyişle anıların senin kendi dünyandır. Peki unuttuğumuz anılara ne olduğunu hiç merak etmiş miydin?"


"Şey, sanırım aklımızdan silinip gidiyorlar. Yok oluyorlar."


"Peki yok oluyorlarsa hatırladığımızda tam olarak nereden geliyorlar?"


Mithat duyduklarının hepsini birden sindiremiyordu. Bir yandan "kafayı mı yedim acaba" diye düşünürken diğer yandan içtiği çayın, az önce hatırladıklarının gerçekliği kafasını karıştırıyordu.


"Peki bu kötü anıların sende işi ne? Benim yıllar önce unuttuğum kalemlik ve gömleğim sende tam olarak ne arıyor?"


"Beni dinlemiyorsun galiba, onu bana kendin verdin."


"Ben mi? Seni hayatımda ilk defa görüyorum ben. Dahası bu eşyaların hepsi eski evimizle beraber yandı. Onlara ben bile sahip değilken sana nasıl vermiş olabilirim söyler misin?"


"Onlar bende çünkü unutmak istedin. Bir daha aklına hiç gelmesin istedin. Hatta bu sebepten evinin yanmasına bile sevindin. O evle, o mahalleyle, o okulla alakalı kötü anıların da beraberinde yandı çünkü senin için."


"Ne demek istiyorsun? Evi ben yakmışım gibi konuşuyorsun!"


"Şunu demek istiyorum binbaşı: Sizce siz iyi bir insan mısınız?"


"Bu nasıl bir soru? Konumuzla ne alakası var?"


"Sonuçta subay okulunu bitirerek ailenizi sefaletten kurtardınız. Küçük kardeşinizi okuttunuz. En önemlisi ülkeniz için savaştınız. Madalyalar ve binbaşı rütbesi kazandınız. Birçok kişinin gözünde gerçek bir kahramansınız. Emekliliğinizde bile istihbarat bölümüne genç yetenekler yetiştiriyorsunuz. Tüm bunlar sizi tatmin ediyor mu?"


Bu kadının olayı neydi? Nasıl oluyor da Mithat hakkında her şeyi ayrıntısına kadar bilebiliyordu? Hayatı boyunca onu takip etmiş görünmez bir ruh falan mıydı? Peri miydi? Ya da daha gerçekçi bakarsak eski gizli bir ajan veya devlet görevlisi miydi? Binbaşı hiç bilmiyordu.


"Bilmiyorum, yani bu açıdan hiç düşünmedim."


"Farkındayım. Zaten daha önceden de söylediğim gibi, bunun için buradasın. İstersen sohbetimize üst katta devam edelim. Orada ilgini çekecek bazı şeyler olduğuna inanıyorum."


Yaşlı kadın önde, binbaşı arkada dar yapılı dönen ahşap merdivenleri çıktılar. Emanetçi haklıydı, merdivenin hemen çıkışında binbaşının ilgisini doğrudan çekecek bir kısım vardı. Geniş bir camekan ve içerisinde sıralı halde dizilmiş çeşit çeşit silahlar. Üst kat beklediğinden daha küçük ve sıkışıktı. Mithat, antika kılıklı silahlardan eline bir revolver aldı. Nişangahını kontrol etmek için ileriye doğru uzatıp tek gözünü kıstı. Etrafa bakınırken namlunun ucunda yaşlı kadına rastladı.


"Bu kadar eski silahın burada işi ne?"

"Silahlar binbaşı, gayet akılda kalıcı aletlerdir. Özellikle de patladıkları zamanlarda. Ayrıca sizi temin ederim, en kötü anılarda bolca bulunurlar."

Binbaşı iç geçirdi. "Bilmez miyim.."

"Siz de savaşta bulundunuz öyle değil mi?"

"Şey, diğerlerine kıyasla benimki pek savaş sayılmazdı ancak evet, çatışmalarda bolca bulundum."

"Kıbrıs çıkartması mıydı?"

"Evet. Aslına bakarsan ilk çatışma deneyimimi asker olmadan çok öncesinde yaşadım."

"Öyle mi? Burada bulunmadığına göre o kadar da kötü değildi anlaşılan."

"Doğrusu berbat bir gündü. Belki de hayatımın en berbat anısıydı."

"Öyleyse unutmak istemediniz."

"Öyle. O gün babamı kaybettim. O da benim gibi bir askerdi. Görevi gereği kırsal bir yerde konaklamak zorundaydık. Eşkiyalar tarafından evimiz basıldı. Annem ve kardeşim rehin alındı. Bizleri korumaya çalışan babamı kafasından vurdular."

"Anlıyorum. Çok korkmuş olmalısınız."

"Eşkiyalar kapıyı kırdığı sırada ben dışarıdaydım. Annem ve kardeşimi yakaladıklarını görünce koşup kaçmak, birilerine haber vermek istedim. Ancak bedenime bir türlü sözümü geçiremedim. Güvenlik güçleri beni bulana kadar saklandığım çalıdan sessizce olanları izledim."

"Bence kendinize karşı haksızlık ediyorsunuz. Unutmayın siz sadece bir çocuktunuz."

"Biliyorum.."


Mithat silah elinde şekilde yürüyerek dar alanı gezmeyi sürdürdü. Silahlar eskiden yeniye sıralanmış gibiydi. Odanın merdivene ters kalan tarafında, iki buzlu camlı pencere ve ortasında yatak odası girişini andıran bir kapı vardı. Belki de burası yaşlı kadının kaldığı yerdi. Tabii bu cin kılıklı kadının uyumaya ihtiyacı varsa.


Kapıya yaklaştığında pencerelerin birisinin altında, koleksiyon tipinde cam ile ahşapla kutulanmış ve duvara asılmış bir silah dikkatini çekti.


"Hey bir dakika, söyler misin bu gördüğüm 61 yapımı bir Carpati Md. değil mi?"

"Sanıyorum silahlardan anlıyorsunuz binbaşı"

"Ondan değil, bunlardan bir tane de bende vardı. Bu köpek iyi tabancadır. Kullandığım süre boyunca tek bir defa bile tutukluk yapmadı. Antrenmanlarda bile beni hiç yüzüstü bırakmadı sağ olsun."

"İlginç, aslında horozunun sıkça takılmasıyla bilinen bir tabanca modelidir."

"Haklısın, bendeki bir çeşit üretim hatası olmalı. Her defasında tıkır tıkır çalıştı."

"Demek her defasında."

"Evet. Hatta benimkinin kabzasının alt kısmında derin bir çatlak..."


Binbaşı duvardan aldığı kutunun alt kısmına bakarken birden donakaldı. Silahın kabzasının alt kısmında bulunan çatlak, onun bahsettiği çatlaktı. Bu silahı Kıbrıs'ta bir çatışma esnasında kaybetmişti. En azından öyle hatırlıyordu. Silahla ilgili aklından silinmiş kötü anısı acaba neydi?


Emanetçi'ye onay isteyen hızlı bir bakış attıktan sonra kutunun arkada bulunan kapağını açmaya koyuldu. Tabancayı eline aldığı andan itibaren kolundan başlayıp sırtına doğru ürperen tüyleri, içine çektiği derin nefes, merakı ve beynine hücum eden anılar birbiriyle yarışıyordu.




22 TEMMUZ 1974: Kıbrıs Barış Harekatı


Yaz ortasında olmasına rağmen serince bir akşamüstüydü. 'Hazır ol'da yan yana tek sıra olmuş askerlerin kimisinde korku, kimisinde heyecan kimisinde ise ürperme hakimdi. Akıllarında ne mi vardı? Buna birazdan görecekleri komutanları karar verecekti. Şimdilik sadece yürekleri doluydu. Akılları da silahları da biraz sonra dolacaktı.


Sıranın başında Yüzbaşı Mithat belirdiğinde titreyen askerlerin titremesi durdu, sakin kalmayı başaranların ise kalbi hızla atmaya başladı. Her şeyin başladığı o geri dönülmez âna girmişlerdi artık.


"Asker! Rahat!"

Yere vuran ayakların aynı adan gümleyen sesi duyuldu.


"Kulağınızı açın ve beni iyi dinleyin! Şehrin doğu yakasında saklanan düşman askerleri tespit ettik. İki adet yan yana binaya eş zamanlı operasyon yapacağız."


Askerlerden sessizce iç geçirenler oldu. Şimdiye kadar tuttukları nefesi bırakanları Mithat Yüzbaşı da duydu.


"İki bölük halinde iki binayı tehditten arındıracağız. Binaların içerisinde as sayıda düşman var ancak patlayıcıları olabilir. O yüzden dikkatli ve temkinli ilerleyeceğiz. 4 kişilik gruplar halinde 3 girişten aynı anda giriş yapılacak. Ön kapıdaki grubun başında ben olacağım. Anlaşıldı mı asker!?"


"ANLAŞILDI KOMUTANIM!"


"Her iki binanın içerisinde rum siviller olabilir. Ateş hattından kurtulan siviller teslim alınacak. Anlaşıldı mı asker!?"


"ANLAŞILDI KOMUTANIM!"


"Öyleyse hep beraber! Elimde tüfenk, gönlümde iman!"


"ELİMDE TÜFENK! GÖNLÜMDE İMAN!"


"Dileğim tektir, ille de vatan!"


"DİLEĞİM TEKTİR! İLLE DE VATAN!"


"Ocağım ordu, büyüğüm Nebî!"


"OCAĞIM ORDU! BÜYÜĞÜM NEBÎ!"


"Vatanı ma'mur eyle Yârabbi!"


"VATANI MA'MUR EYLE YÂRABBİ!"


"Milleti mesrur eyle Yârabbi!"


"MİLLETİ MESRUR EYLE YÂRABBİ!"


"Gazan mübarek olsun asker!"


"SAĞ OL!!!"


Vatani duyguları zirve yapmış askerler komutanlarının liderliğinde gruplara ayrılmaya başladı. Silahlandıktan sonra 2 bölük de sırayla kamyonlara dizildi ve yola koyuldu.


Bölükler binayı güvenli mesafeden inceledikten sonra konuşulduğu gibi 4 er kişilik gruplar halinde ön ve arkayı kuşattılar. Üçüncü giriş bitişik yan binanın çatısına bakan camsız bir pencereydi. Düşmanın iki taraflı kuşatılması açısından en çok önem arz eden grup buradan girecek olanıydı. Belki sıcaktan belki de bu yüzden genç erlerin her birisi operasyon henüz başlamadığı halde kan ter içerisindeydi. Hepsi de içinde bulundukları stresin operasyon başlayınca yok olmasını umuyordu. Öyle de olacaktı, tek bir er hariç.


Telsizden verilen işaretle 3 girişten aynı anda el bombaları atıldı. Neredeyse aynı saniyede içeriden silah sesleri karşılık vermeye başladı. Gizli bir operasyon değildi ne de olsa, düşman çoktan orada olduklarının farkındaydı. İki asker onlara öğretildiği gibi pencerenin iki yanından odaya hızlıca dalış yaptı ve odanın kapısının iki yanına konuşlandılar. Henüz girmeyen iki askerden birisi odanın kapısına nişan almış dışarıdan onları koruyordu. Diğeri ise operasyon başladığından beri donup kalmıştı. Sanki tüm algısı kapanmış, kasları onun sözünü dinlemeyi bırakmıştı. Çevresinde neler döndüğünü anlamaya başladığı sırada kapıya nişan alan arkadaşı onu tekmesiyle sarstı.


"Neyi bekliyorsun! Hadi! Yürüsene!"


Kendine gelen asker koşarak cama yaklaştı ve çevik bir hareketle kayarak içeri daldı. İçerideki iki arkadaşını kontrol ettikten sonra kapıya yöneldi ve yine hızlıca koşarak kapının karşısında bulunan kolona siper aldı. Kapının yakınındaki arkadaşına düşman gördüğünü işaret etti. Her ikisi aynı anda kafalarını çıkarıp ateş açtılar ve kaçmaya çalışan düşman askerini vurdular. İkisi önde ikisi arkada ilerlemeyi sürdürdüler. Kapısı kapalı odalara rastladıklarında öndekiler kapının iki yanına yerleşiyor, arkadakilerin birisi nişan alırken diğeri kilidi kırarak kapıyı açıyordu. Bu şekilde boş 2 oda keşfettiler. Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Donakalan askerin endişeleri yavaş yavaş kafasından süzülüp gidiyordu.


Derken içerisinden tıkırtılar gelen bir odaya yaklaştılar. Hiç insan sesi gelmiyordu. Belli ki içeridekiler sessiz kalmaya çalışıyor ancak beceremiyordu. Askerler aynı yöntemle yerleşerek kapıyı kırdılar. Birden duydukları çığlıklar onları da şaşırttı. İçeride 4 adet sivil vardı. İki tanesi durmadan çığlık atıyor diğer ikisi de korkan ve yalvaran gözlerle onlara bakıyordu. İlk giren asker diğerlerine döndü:


"Ben bunları bağlarım. Siz yan odaya bakın."


Siviller çıkanların ardından yine korkuyla bakakaldılar. Üç asker bu sefer bir kişi eksik şekilde yerleşerek kapıyı kırmaya hazırlandılar. Tam o esnada içeriden yine tıkırtılar duyuldu. Ancak bu sefer bu tıkırtıları ard arda silah sesleri takip etti. Kapını bir yanındaki asker kanlar içerisinde yere düştü. Diğer taraftaki emekleyerek arkadaşının yanına geldi ve onu kontrol etti. Başına isabet eden kurşunla ölmüştü. Yan taraftaki gürültüyü çoktan duyan düşman askerleri kapının iki yanına ateş açmıştı ve ince duvarlardan geçen kurşunlar askerin sonu olmuştu. Arkadaşının cesedini kapıdan geriye sürükledikten sonra tekrar yerini aldı. Kapının kilidini diğer arkadaşı kırdı. Daha sonra içeriye bir el bombası atıldı. Patlayan bombanın hemen ardından toz içerisinde odaya iki kişi dalarak sağ kalanları temizlediler. Toplam 3 kişilik bir gruptu. Aksiyon sona ermişti. Tekrar arkadaşlarının yanına koştular. Sivilleri bağlamakla görevli olan da onlara katıldı. Üzülmeyi sonraya erteleyip yollarına devam etmek zorundaydılar. Öyle de yaptılar.


Mithat yüzbaşı için de işler pek farklı gitmiyordu. İlk katta kayıp vermemişler ancak ikinci kattaki patlayıcılı tuzakta bir asker ağır yaralanmıştı. Bir diğeri onu taşıyabilmek adına geri dönmek zorunda kalmıştı. Böylece iki kişi üçüncü kat merdiven çıkışına siper almış halde destek bekliyorlardı.


Derken koşan ayak sesleri duyuldu. Yüzbaşıyla askeri ateşe hazır konuma geçtiler. Koridorun sonundaki köşede uzun gölgeler belirdi. Yüzbaşı soğuk soğuk terlemeye başladı. Gölgelerin sahiplerinden birisi hızlıca koşarak karşıya geçti. Yüzbaşının yanındaki asker ateş etti ancak ıskaladı. Mithat ona doğru döndü:"DUR! Ateş etme!"


Sonrasında ayağa kalkarak karşıya doğru seslendi:


"Asker! Çık ortaya benim, yüzbaşı Mithat!"


Üç asker koridorun ucunda kendilerini gösterdi. Rahatlamış halleri yüzlerinden belliydi.


"İki alt girişi de hallettik. Üst katlar temiz mi?"


"Temizledik komutanım! Sivillere rastladık! Bağlı haldeler."


"Durun dikkatli olun! Öyleyse bir tek bu kat ve bu iki oda kaldı. Kayıp var mı?"


Askerler üzgün biçimde önlerine baktı.


"Anlaşıldı. Düzeni bozmayın! Pozisyon alın! Aynı anda!"


Yüzbaşının yanındaki asker komutanını uyardı: "Komutanım, destek beklemeyecek miyiz?"


"Destek geldi görmüyor musun? Bundan iyi destek mi olur? Hadi! Benim işaretimle burayı da temizliyoruz!"


Diğer üçlü kendi yakınlarındaki kapıya yerleştiler. Mithat da yanındaki askere diğer kapıyı kırması için işaret verdi. Aynı anda olmasa da Yüzbaşı biraz daha önce olacak şekilde iki odaya dalış gerçekleşti. İçeri doğru çarparak açılan kapıdan giren Mithat önce odayı boş sandı. Sonra karşı köşeye sinmiş insanlar gördü. Biri yetişkin iki kişi. Hayır, ikisi de çocuktu. Yalnızca kız olan diğerinden uzundu. Silahını doğrultmuş vaziyette etrafı kolaçan ederken er de içeri girmek üzereydi. Derken yan odadan çatışma sesleri gelmeye başladı. Yüzbaşının arkasını kollamakla yükümlü olan er, önce sol yanına baktı, sonra o tarafa doğru koşturdu. Mithat da o tarafa gitmek üzere arkasını dönmüştü ki, kapının arkasındaki karanlıktan hızlıca kafasına doğru gelen sert bir cisimle yere düştü. İrice bir adam aynı karanlıktan çıkarak onun üzerine bindi. Bu sefer tahta bir masa ayağı olduğu anlaşılan sert cismi yüzbaşının boğazına bastırmaya başladı.


İki çocuk çığlık çığlığa bağırıyor, Yüzbaşı Mithat iki eliyle boğazındaki tahta ayakla mücadele etmeye çalışıyordu. Tek umudu yan odayı temizledikten sonra yardımına koşacak askerleriydi. Derken bahsi geçen odadan epey gümbürtülü bir patlama sesi yükseldi. Sarsıntının etkisiyle çocuklar sustu. Yüzbaşının üzerindeki irice adam dengesini kaybederek yana düştü. Bu büyük fırsattan yararlanmak zorunda olan Mithat hemen belindeki silaha sarıldı. Ancak onu yerinde bulamadı. Onun yerine hızlıca doğrularak yere düşen kalın tahtayı aldı. Yerde emekler vaziyetteki adama yaklaştı ve kafasına doğru tüm gücüyle savurdu. Kolları boşanan adam yere yığıldı.


Sendeleyerek derince bir nefes çekti. Nefes alırken boğazı çok acımıştı. Tahtayı elinden bırakıp adamı kontrol etmeye gitti. Adam ölmüştü. Çocuklarda ise bir süredir derin bir sessizlik hakimdi. Acaba onlar da öldüler mi diye o yöne doğru döndüğünde istemediği bir sürpriz onu bekliyordu.


Ufak olan erkek çocuk, belinde bulamadığı 61 yapımı Carpati Md. tipi tabancasını yüzbaşına doğru doğrultmuş, yaşlı gözlerle ona bakıyordu. Ablası olduğunu tahmin ettiği kız arkada parmaklarını ağzına sokmuş olanları izliyordu. Çocuğun elleri titriyordu. Mithat ise az önceki çatıdaki asker misali donmuş bir vaziyetteydi. Ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu. Az önce boğuşup öldürdüğü adam muhtemelen bunların yakınıydı. Belki de babasıydı.


Silahın emniyeti! Tabi ya! Kapalı olmalıydı.


Görebilmek için yana doğru bir adım attığı anda çocuk, rumca bir şeyler bağırdı ve silahla onu takip etti. Mithat daha fazla kıpırdamaması gerektiğine ikna olmuştu. Çocuk, iki elinin parmaklarıyla silahın horozunu geriye doğru itti.


Emniyetin kapalı olmadığı aşikardı artık. Mithat son çare olarak çocuğun üstüne atlamayı düşündü. Tam harekete geçeceği sırada çocuk tekrar rumca bir şeyler bağırdı. Elleri iyiden iyiye titremeye başladı. Muhtemelen tetiğe bile basamayacaktı. Ancak rum çocuk, yine de titreyen elleriyle tetiğe basmayı becerdi.


Mithat gözlerini kıstı ve bekledi. Fakat silah patlamadı. Onun yerine birkaç tıkırtı ve bir klik sesi duyuldu. Şaşıran velet tekrar denedi, aynı. Yüzbaşının üçüncüye denenmesine izin bile vermemesi gerekirdi ancak o da şaşkınlıktan bir şey yapamıyordu.


Çocuk, başarısız 2 denemeden sonra ağlayarak dizlerinin üzerine çöktü. Silah da eliyle birlikte yere düştü. İlk ve son kez tutukluk yapan tabancası, yüzbaşının kendi hayatını kurtarmıştı.


Şaşkınlığını atlatmayı başarınca Mithat, hızlıca çocuğun yanına geldi. Silahı çocuğun elinden alırken bir asker kapıda belirdi. Çocuğun elinden silahı alışını gördü.


"Komutanım! Tuzak! Bomba! Komutanım? Siz iyi misiniz?"


"İyiyim önemli bir şeyim yok. Kayıp var mı?"


"Can kaybı yok ancak yaralılar var."


"İyi. Sen bu çocukları götür. Ben dışarı çıkıyorum sıhhiye de birazdan burada olur. Geçmiş olsun asker."


"SAĞ OL!"


***


Binbaşı, sanki taşıdığı ağırlık ona fazla gelmişçesine yavaşça yere çöktü. Bomboş gözlerle karşıya doğru bakarken sayıkladı:"Olamaz, mümkün değil böyle bir şey!"


"Olanaksız olan nedir?"


"Ben... Böyle bir şeyi unutmuş olamam. Yani evet... Bunları yaşadığım doğru, hatırlıyorum. Hatta bu operasyon benim binbaşılığa yükselişimi getiren olay. Öyleyse neden böyle bir şeyi unutayım ki? Bir insan böylesi önemli bir anısını unutabilir mi?"


"Neden unuttuğunuzu merak ediyorsunuz demek. Bunun arkasındaki gerçek nedeni ben de söyleyemem. Ancak şurasından kesin eminim; siz, sanılanın aksine duygularınızla kolayca baş edebilen birisi değilsiniz. Zaten başınıza ne geldiyse bu sebepten gelmedi mi?"


Mithat boş gözlerini önce kucağındaki tabancaya, sonrasında yaşlı hanım teyzeye çevirdi. Ayağa kalkarak ona doğru yaklaştı: "Daha açık konuş lütfen"


"Soğukkanlı ve duygusuz biri olarak tanınıyorsunuz. Herkes başarınızın altında bu özelliğinizin yattığını düşünüyor. Ancak gerçekte duygularınızı herhangi bir şekilde bastırmıyorsunuz. Yalnızca onlardan kaçıyorsunuz. Böyle yaptığınız zaman duygularınız en savunmasız anınızda sizi tekrar yakalayacaktır."


"Hangi duygulardan bahsediyorsunuz?"


"Mesela suçluluk duygusu. Babası gözlerinin önünde ölmüş birisi olarak o çocuğa karşı hissettiklerinizden bahsediyorum. Silah patlamak üzereyken neden kaçmak veya elleri titreyen çocuğa hamle yapmak yerine gözlerinizi kısıp beklediğinizden. Ve ayrıca sonrasından."


"Ne olmuş sonrasına?"


"Neden kendi terfi töreninize katılmadınız Binbaşı? Niçin? Ya da neden aktif görevden erkenden emekli olmayı seçtiniz? Savaş görenler için bu durum normal kabul edilir ancak siz farklıydınız. Sizin savaşla bir probleminiz yoktu. Aksine savaş, sizin dünyanın geri kalanından alacağınız intikam için bir fırsat gibiydi. Ancak o çocuk, o gün yaşadıklarınız fikrinizi değiştirdi öyle değil mi?"


"Ben... Bilmiyorum. Sanırım öyle oldu."


"O gün her ne hissettiyseniz, o duygudan kaçabilmek için olabildiğince uzağa gittiniz. Bu yüzden her şeyi unutmayı bile göze aldınız. Ve işte yine, burada aynı duygular karşınıza çıktı. Ne kadar kaçsanız da sizi yakalamayı başardılar. O çocuklara ne olduğunu hiç merak ettiniz mi?"


"Hayır. Sanırım diğer anılarımla birlikte onları da tamamen unuttum."


"Öyleyse size yolculuğunuza devam etmeyi öneririm binbaşı. Eminim sonunu benim gibi siz de merak ediyorsunuz."


Yaşlı kadın başıyla kapalı kapıyı işaret etti. Mithat, eninde sonunda o kapıdan geçmesi gerekeceğini daha ilk görüşte sezmişti. Kapının arkasında her ne varsa, bir kapıyla korunuyor olması onun büyüklüğünün ve öneminin işareti olmalıydı. Buzlu camlar ise bakılmaması, görülmemesi gerektiğini söylüyordu adeta. Ancak Mithat için geri dönüş fırsatı çoktan kaçmıştı. Her bir hücresi ona bu işin sonunu getirmek zorunda olduğunu fısıldıyordu.


Yavaş adımlarla o tarafa yaklaştı ve gevşek kapı kolunu kavradı. Ayak ucuyla ittirdiği tahtadan kapı gıcırdayarak içeriye doğru açıldı. Binbaşı önce gri dumandan başka bir şey göremedi. Sonrasında somut şekiller kendisini bir bir göstermeye başladı. Gördükleri iki adet aralıklı yan yana dizilmiş yataklı bir odadan ibaretti. Sonrasında üzerinde yatan insanlar ve etraftaki diğer eşyalar belirdi. Kapıdan tamamen içeriye girmiş olduğu halde sanki odanın tam içerisinde değildi. Mithat'la gördükleri arasında halen gri bir sis perdesi duruyordu


Dikkatli bakınca uzak olan yatakta operasyonda ona silah doğrultan erkek oğlanın yattığını anlayabildi. Gözleri açık ve bilinci yerinde duruyordu. Öte yandan diğer yatakta yatmakta olan ablasının gözleri kapalıydı ve ağzında soluk almasına yardımcı bir oksijen maskesi bulunuyordu. Çocuğun yanında ayakta bekleyen önlüklü adam ve beyazla içerisindeki kadın, buranın bir hastahane odası olduğuna dair şüpheye yer bırakmıyordu.


"Hala aynı mı?"


"Evet doktor bey, hala ağzını bıçak açmadı."


"Bir yakını çıktı mı peki?"


"Haber bekliyoruz ancak kalan tek ailesi bu kız çocuğu gibi duruyor."


"O ne durumda?"


"Durumu kritik. Her şey bilincinin yerine gelmesine bağlı."


"Anlaşıldı. Bir gelişme olursa beni haberdar edin."


"Doktor bey, yine o beyefendi ziyarete geldi efendim. İçeri alalım mı?"


"Alabilirsiniz, ancak fazla uzun sürmesin."


Doktor beyle birlikte odadan çıkan hemşire kısa bir süre sonra tekrar kapıyı açtı. İçeriye yeşil atkısı ve kalın, kahverengi paltosuyla bir adamı buyur etti. Binbaşı gördüklerine ilk başta inanamadı. İçeri giren kişi tam olarak kendisiydi.


Paltolu adam iki elinde poşetlerle önce kızın yatağının baş ucuna geldi, yüzüne yavaşça dokundu. Sonrasında hemşireye soran gözlerle baktı."Bir gelişme var mı?"


"Maalesef. Bir iyileşme gözlemlemedik."


Yüzü düşen adam bu sefer diğer yatağa döndü. Ancak diğer yataktaki çocuk gözlerini fal taşı misali kocaman açmış, korkan bakışlarla onu gözlüyordu. Adam yatağa yaklaşmaya başladıkça çocuk, kaçmak ister gibi diğer tarafa doğru kaydı. Paltolu herif hiç konuşmadan elindeki poşetlerden bir kaç sarılmış kutu çıkardı ve sallayarak ona gösterdi. Sonra yatağının yanındaki masaya bıraktı. Sonra diğer poşeti kaldırdı: "Sana bol bol kağıt da getirdim."


Anlamadığı her halinden belli olan çocuğa başıyla diğer tarafındaki masayı işaret etti. Masanın üzeri kağıttan yapılmış uçaklarla kaplıydı. Bir kısmı yere düşmüş olan uçakların bir kaç tanesi diğer yataktaki kız kardeşinin baş ucunda duruyordu. Kimisi ise diğer tarafa ulaşmayı başaramamış olacak, iki yatağın ortasında yerlerde sürünüyordu.


Elindekileri bırakan adam tekrar hemşireye döndü: "Ben gideyim, daha sonra tekrar gelirim."


"Pekala iyi günler."


Sonrasında binbaşı ile gördükleri arasındaki sis perdesi yoğunlaşmaya başladı. Gördükleri bulanık, duydukları giderek anlamsız bir hal almaya başlamıştı. Arkasında duran yaşlı teyzeye telaşla sordu:"Neler oluyor?"


"Buralar artık anılarından koptuğun yerler. Buradan sonrasında olmaman gerekiyor. Bekle de sana yardım edeyim."


Yaşlı kadın kapıdan adımını attığı anda içerisi aydınlandı. Mithat'a yaklaşırken attığı her adımda sis perdesinin ardında parça parça görüntüler netleşiyordu. Binbaşı bunların arasında kızın yatağının kaldırıldığını gördü. Doktor üzgün bir biçimde başını iki yana sallıyordu. Sonrasında çocuğun başındaki konuşmalarında bir parça duydu:"Sanırım mecburen kuruma gönderilecek. Zavallı yavru...." En sonunda yaşlı kadın Mithat'ın yanına geldiğindeyse sis tamamen dağıldı ve her şey yok oldu. Karşılarında bomboş bir oda ve en dibinde genişçe bir kapı kalmıştı sadece. Ancak bu seferki kapı öncekinden biraz farklıydı. Genişliği neredeyse boyuna eşit metalik yapıdaki görüntü, bir kapıdan çok bir kasayı andırıyordu.


Binbaşı gördükleriyle beraber aklına gelenleri şöyle bir toparladı. Bu çocuklar nasıl bu duruma gelmişlerdi? Transfer... Limana giden yoldaki mayın... Ana karaya gönderilmek üzere olan çocuklar mayınlı saldırıdan sağ kurtulmuştu. Tedavileri Türkiye'de devam etti. Binbaşı onları her hafta ziyaret etti. Ancak bir şey oldu. Araya tam hatırlayamadığı olaylar girdi ve her şeyi unuttu. Onları görmeyi de bu yüzden bıraktı. Ama tam olarak ne olmuştu? Zihninin o kısmı halen bulanıktı. Nasıl olmuştu da tüm bunlar aklından uçup gidebilmişti?


Arkasını dönerek emanetçiye baktı: "Nasıl?"


"Onlara karşı olan hislerin, hayatını yaşanmaz hale getirdi. Sen ise yaşamayı seçtin. İnsanoğlunun en önemli özelliğidir bu. Yaşamak için uyum sağlamak. Herkes sevdiklerine aynı gözle bakar. Her insan en sevdiği kişileri kaybederse yaşayamayacağına, her şeyin biteceğine inanmıştır. Gerçek çoğu zaman öyle olmaz. En kıymetlilerimizin ölümü bile zaman zaman tekrar hatırlanmak üzere unutulur. Yola devam etmek için her şeye uyum sağlayabiliriz, her şeye... Hatta kendi kimliğimize bile."


"Öyle bile olsa, bu denli büyük bir şeyi kendi başıma aklımdan silmiş olabilir miyim? Yani böylesi bir olayı tümüyle unutmaya benim gücüm yeter mi?"


"Sanırım hayır. Burası kapısı kapalı bir odaydı. Çünkü doktordan tam olarak böyle olmasını istedin. Askeri psikiyatrda gördüğü terapide kendi gerçeklerini bu odaya kapattın. Erken emekli olmanı sağlayan da yine aynı doktordan aldığın rapordu hatırlasana."


Parçalar yavaş yavaş kafasında birleşiyordu. Emanetçinin ağzından çıkan her kelime sanki aklında bulunan mumları tek tek yakıyordu. Yine de tüm bunlara rağmen karanlıkta hissediyordu. Başını kaldırarak yüzünü ve vücudunu çelik görünümlü geniş kapıya dönerek sordu:


"Peki ya burası? Bu da başka bir terapinin sonucu mu?"


"Hiç sanmıyorum. Üzgünüm fakat sana buradan sonrası için rehberlik edemem. Çünkü içeriye benim bile girme iznim yok. Yalnızca oraya girmeden önce birkaç şey sormak istiyorum."


"Buyurun. Lütfen sorun."


"Birisini en iyi nasıl tanırsınız binbaşı? Onu anlayabilmek için ne yaparsınız?"


"Onunla konuşurum sanırım. Daha doğrusu dinlerim."


"Peki bu sizce yeterli mi?"


"Hayır. Davranışlara da bakmak gerek sanırım. Yani farklı durumlardaki tepkilerine falan. Biz eğitimde adayları test ederken öyle yaparız."


"Doğru. Yaptıkları bir insanı tanımlayan en güvenilir kanıttır. Ancak davranışları bile o kişiyi tümüyle anlamayı garanti eder mi?"


"Etmez elbette. Sonuçta herkesin bir davranış rutini olsa bile, bu rutini bilmek kişinin bir sonraki hareketini kesin olarak tahmin edebilmenizi sağlamaz. Bunu anlamanın tek yolu..."


"O kişinin aklından geçenleri okuyabilmektir öyle değil mi?"


"Evet. Öyle."


"Bugüne kadar herkes, sizi yaptığınızı düşündükleri icraatler ve onlara kendinizi anlattığınız kadarıyla tanıdı. Bu yüzden de hemen herkes sizi bir profesyonel, sağlam bir kişilik ve hatta bir kahraman olarak tanımladı. Peki siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz binbaşı? Sonuçta aklınızdan gerçekten neler geçtiğini bilen bir tek siz varsınız."


"Şey, bilmiyorum. Daha önce de söyledim. Bunun üzerine uzun uzadıya hiç düşünmedim."


"Ben söyleyeyim. Aslında içten içe iyi birisi olduğunuz kanaatindesiniz. Etrafınızdakilere faydalı olduğunuzu düşünüyorsunuz ve bu sebepten ara sıra gururlanıyorsunuz. Çevrenizdeki insanlar durmadan yaptığınız iyi işlerden ve kahramanlıklarınızdan dem vurup duruyor. Siz de bundan şikayetçi değilsiniz."


Mithat lafın nereye varacağını kestiremiyordu. Ancak tek bildiği artık o kapıdan geçmeye hazır olduğuydu. Kapıya dönüp baktığında, emanetçi kadın elini omzuna koydu.


"O kapının ardında gerçekte kim olduğunuz var Mithat bey. En derin anılarınız bile sizi bazı konularda yanıltabilir. Fakat o kapı, tümüyle salt gerçekleri koruyor. Bununla yüzleşmeye hazır mısınız?"


Binbaşı yanıt vermek yerine yavaş adımlarla kapıya doğru yaklaşmayı seçti. Ortasında açmak için çevirmesi gerektiğini düşündüğü dev bir yuvarlak çark bulunuyordu. Yaşlı kadına son bir bakış attıktan sonra çarkın bir ucuna asıldı. Zorlukla dönen kilidi, gıcırtı sesleriyle açılan kapı takip etti. Açılan boşluktan içinde bulundukları bembeyaz aydınlık odaya tam zıt bir karanlık doluyordu. Mithat önce tereddüt etti, sonrasında karanlığa doğru yürümeye başladı. Kapının eşiğini geçtikten sonra durdu. Neler döndüğünü seçmeye çalışır bir şekilde gözlerini kıstı. Gördükleri netleşince kısılmış gözleri kocaman açıldı. "Nasıl yani?! YO! BU DOĞRU OLAMAZ!"






22 TEMMUZ 1974


Patlamanın etkisiyle kulakları sağırlaşmış asker, tümden tozla ve dumanla kaplı odada el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyordu. Derken elleri duvara rastladı. Tutunarak emekler pozisyondan ayağa kalktı. Yukarıdaki daha hafif toz perdesi sayesinde etrafı biraz seçebildi. Yerde yüzü buruşmuş şekilde yatan arkadaşlarını gördü. Sonrasında yavaş yavaş duymaya başlayan kulakları onların inlemeleriyle dolacaktı. Kendisine şöyle bir baktı. Kanayan bir veya yaralı bir tarafı gözükmüyordu. Öyleyse yapılacak belliydi. Yan odaya komutanına koşup olan biteni anlatması gerekiyordu.


Yürümeye niyetlendiğinde sağ baldırında şiddetli bir acı hissetti. Anlaşılan sandığı kadar sağlam durumda değildi. Koşma fikrini bir kenara bırakıp topallayarak odadan çıktı ve yan odaya yöneldi.


Açık kapıya geldiğinde eşiğe yaslandı ve içeriye doğru nefes nefese bağırdı:


"Komutanım! TUZAK! PATLAMA! Komutanım?"


Genç adam gördükleri karşısında yalnızca susmayı becerebildi. Hatta hızlı atan kalbi bile sesini kesmiş, nefesi yavaşlamıştı. Çatıdan girerken bocalayan askerle aynı kişiydi bu genç. Ancak bugün yaşadıklarının ileride arkadaşlarına anlatacağı komik bir askerlik anısı olamayacağı artık kesinleşmişti.


Yüzbaşı odanın tam ortasında duruyordu. Oldukça terlemişti ve yorgundu ancak onun dışında iyi görünüyordu. Elindeki tabancasını yerde diz çökmüş halde duran küçük bir çocuğun ensesine yaslamıştı. Çocuk ellerini iki yana kaldırmıştı ve önünde duran yerde yığılı adamdan gözlerini ayırmıyordu. Yerde yığılı yetişkin adamın kafasının arkasında taze, kocaman bir kurşun deliği görünüyordu. Ölünün hemen dibinde çocuktan daha büyükçe bir kız bedene sarılmış ağlıyordu.


"Komutanım, iyi misiniz? Napıyorsunuz?"


"Karışma! Yan tarafa geç, yaralılarla ilgilen!"


"Komutanım yapmayın."


"Karışma dedim! Bu üçü bana saldırdı. Ellerinden zor kurtuldum."


Onlar konuşurken kız ağlamayı bırakıp yüzbaşına doğru yüksek sesle haykırdı. Söyledikleri rumcaydı fakat Türkçe bile konuşsa o haliyle kimse anlayamazdı.


Yüzbaşı silahı çocuğun ensesinden çekip bir anlığına kıza doğrulttu. Korkan kız elleriyle yüzünü siper etti. Hızlıca nefes alan fakat ağlamayan oğlan çocuğu da bağırarak bir şeyler söylemeye başladı.


"KESİN SESİNİZİ!"


Mithat önce havaya bir el ateş etti, sonra silahı tekrar oğlanın ensesine bastırdı. Sessizliğe bürünen çocukların her ikisi de gözlerini kısmış mutlak sonu bekliyordu.


"Yüzbaşım! Dur! YAPMA!"


Yüzbaşı dinlemedi. Tabancanın tetiğine asıldı. Ancak silah patlamadı. Tetik geri sekerek Mithat'ın parmağını acıttı. Tabancayı çocuğun ensesinden çeken yüzbaşı silaha şöyle bir baktı.


Asker bu fırsatı kaçırmadı. Acıyan bacağına aldırmadan 2 adımda ileri atıldı ve yüzbaşının üzerine çullandı. İkisi birlikte yere devrildiler. Asker elleriyle yüzbaşını yokladı. Silahı arıyordu fakat silah yere düşmüştü. Üzerinde asker oturan yüzbaşı homurdandı: "Çekil, kalk üstümden."


"Olmaz komutanım, böyle bir şeye izin veremem."


"Tamam silahım yok. Kalk dedim."


Asker tekrar etrafına bakındı. Biraz ileride aradığı tabancayı gördü. Yüzbaşının üzerinden kalkarak emekledi ve tabancayı kaptı. Köşeye oturduğunda iki çocuğun gözyaşları içinde ona baktığını gördü. Onların bakışları karşısında silahı beline koydu.


Yerden kalkan Mithat boynunu tutarak doğrudan çıkışa yöneldi. "Yaralı ve sivillerle ilgilenin. Ben dışarıdayım, sıhhiye de birazdan burada olur."


Er, köşedeki yerinden kısık sesle yanıtladı: "Emredersiniz komutanım."



***



Binbaşı Mithat, az önce girdiği eşikten korkmuş bir şekilde geri geri gelirken dizlerindeki titremeyi durduramıyordu. En sonunda tam eşikten geçerken arkaya doğru düştü. "Olamaz! Bunlar yaşamış olamaz! Buradaki ben değilim!"


Emanetçi, yerde oturan dehşet içerisindeki Mithat'ı seyrederken, başını yazık der gibi iki yana sallıyordu.


"Kötü anıları unutmak, sana kötü hissettiren duygularından kaçmak başka şey. Ancak anılarını değiştirmek, dahası o yalanlara kendini inandırmak bambaşka bir seviye."


Mithat ani bir hareketle kadına döndü:"Sen neden bahsediyorsun. Buradaki ben değilim. Ben olamam."


Yaşlı kadının ağzında beyaz dişlerini gösteren bir gülümseme yayıldı.


"Öyleyse bu da sen değilsindir." Emanetçi elini hırkasının cebine götürdü ve bir kutu kibrit çıkardı. Onu yerde oturmakta olan Mithat'ın kucağına doğru attı.


Kibriti eline alan binbaşı aynı anda keskin bir koku duymaya başladı. İçine çektikçe adeta başını ağrıtan bu koku ellerinden geliyordu. Biraz kokladığında bunun ispirto kokusu olduğunu anladı. Aklına İzmir'de evlerinin yandığı gece, küçük kardeşinin ona doğrulttuğu korku dolu bakışları geldi.


"Yangın çatı katındaki gaz şişelerinden çıkmıştı değil mi? Neyse ki küçük Mithat gecenin bir saatinde tüm ailesini uyandırarak yangından kurtarmayı başardı. Ne kahraman ama..."


Binbaşını sorguya çekilen bir suçlunun telaşı almıştı. Tüm vücudu terliyor, titriyor ve oradan bir an önce kaçmak istiyordu." Hayır! Ben... Ben değildim! Kokuya uyandım. En üst katta yattığım için duman kokusuna..."


Mithat kibriti aceleyle cebine attı ve ayağa kalktı. Artık oradan uzaklaşması gerektiğine ikna olmuştu. Üstünü başını düzeltirken yere katlanmış bir kağıt düştü. Binbaşı ne olduğuna bakmak bile istemiyordu ancak yine de kendini durduramadı. Kağıdı açtığında yer yer işaretlenmiş genişçe bir haritayla karşılaştı.


"En kötüsü de ne biliyor musun? Yüzleşmekten korktuğun kimliğinden kaçmak için ne kadar ileri gidebildiğin gerçeği. Dayanamadın değil mi? Orada yaşayıp da her gün senin ne çeşit birisi olduğunu bilecek insanlar olmasını sindiremedin. O yavrucakları tehlikeli olduğunu bildiğin araziden yolladın. Hem de o masum erle birlikte. Sırf gerçek seni gördükleri için hepsi ölsün istedin! ÖYLE DEĞİL Mİ?"


"HAYIR!"


"Babanı vurdukları gün baban, seni dışarıda ararken yakalandı. Çünkü ne kadar evde kalmanı söylese de sözünü dinlemedin. Bedelini de baban ödedi. Silah sesini duyduğunda sen de içeri girip ölmek istedin. Ama giremedin. Çünkü korktun değil mi? İçeride ailenden yaşayan kimseyi görememekten korktun. Daha azıyla devam etmek zorunda kalmaktan korktun."


"EVET! KORKTUM! O gün çöp beni çöp kutusuna oturtan çocuklar haklıydı. KORKAĞIM BEN! Korkak..."


Binbaşı Mithat elindeki haritayı buruşturup attı. Gözyaşları içerisinde ilk girdikleri kapıya yöneldi. Emanetçi arkasından seslendi:"Dur! Bekle!"


Mithat dinlemedi. Kapıya yaklaştığı sırada kapı hızlı bir şekilde çarparak kapandı. Emanetçi yineledi: "Beklemeni söyledim."


"Hayır. Gitmek istiyorum. Ne olacağı umurumda değil. Buna daha fazla katlanamam."


"Hala bir şansın daha var."


Mithat yaşlı kadının ne demek istediğini anlamadı. Göz yaşlarını silerek ona baktı.


Yaşlı kadın eliyle arkasında duran, Mithat'ın girmekten vazgeçmiş olduğu karanlığa açılan geniş kapıyı işaret etti.


"Henüz her şey bitmedi. Eğer bu kapıdan geçersen eskisinden daha karanlık bir hayatın olacak belki. Ancak en azından bundan sonrasında kendine karşı dürüst olacaksın."


"Peki ya geçmek istemezsem?"


"O zaman..." dedi kadın ve elini tekrar cebine attı. Cebinden sarı, sünger bir top çıktı. Topu Mithat'a doğru yavaşça fırlattı ve binbaşı kaptı. "O zaman geldiğin yönden geri dönersin. Girmiş olduğun sokağın çıkışından sonra, tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi hayatına devam edebilirsin."


"Peki, tekrardan..."


"Merak etme. Her iki durumda da buraya bir daha gelmek zorunda kalmayacaksın."


Mithat, kadının söyledikleri üzerine şöyle bir düşündü. Tüm bu işkenceyi unutabilmek çekici bir teklifti. Ancak beraberinde gerçek anılarını tekrar kaybetmek zorundaydı. Gerçekten ağır bir bedel miydi bu? Arkası karanlık olan kapıya tekrar baktı. Gerçekte kötü olan birisi için dürüstlüğün bedeli bu kadar ağır mıydı?


Arkasını dönerek az önce sertçe kapanan kapının koluna yapıştı. Kapı kilitliydi. "Kararımı verdim."


Emanetçi biliyordum şeklinde bit yüz ifadesi takındı. Tanrı, kullarının tövbesini her defasında bozacağını bildiği halde, her tövbe edişlerinde onları yine affeder. Kilitli kapı açıldı. Binbaşı elindeki topla birlikte merdivenleri indi. Sonrasında dükkandan çıktı.


Bu iş uzun sürerse sonunda vazgeçeceğinin farkındaydı. O yüzden hızlı adımlarla ilerliyordu. Bir insan kendisinden kaçarken koşabilir mi? Binbaşı neredeyse koşacaktı. Sessiz ve kimsesiz caddeyi bitirdi. Geldiği sokağın başında durdu. Elindeki sünger topu merdivenlerden aşağı bıraktı. Sekerek inen top köşeyi dönünce arkasından inmeye başladı. Her merdivende şehrin gürültüsü azar azar kulaklarını doldurdu. En sonunda sokak bittiğinde, Mithat'ın aklında az önceki öğrenciler ve şehrin kalabalığından başka bir şey yoktu. Telsizinin ışığı kırmızıdan yeşile döndü. Düğmeye basarak seslendi:


"Ekip! Beni duyuyor musunuz?"


"Komutanım? Tekrar hoş geldiniz."


"Civcivleri aldınız mı?"


"Ambulans ve arabalar az önce çıktı komutanım. Teknik ekipte de bir ben kaldım."


"Öyleyse sokağın başına gel. Keyfim yerindeyken sana bir yemek ısmarlayayım."


"Ooo, ne yiyoruz komutanım?"


"Üst caddede çok güzel bir dönerci biliyorum."




SON