Sana güveniyorum, eminim ki başaracaksın dedi son derece tok bir ses. Ben de eminim başaracağından diyen tasdikler bir ses geldi sonra, en tizinden. Bu bastan tize geçişler bende genellikle bir güvensizlik yaratırdı. B-12 ve D vitamini eksikliğimi ilaçlarla kapatırkenki hissi yaşardım. Yeterince güvenim yok ve dışardan güven takviyesiyle olayı çözüyormuşum gibi gelirdi hep. Belki de içten içe herkes böyleydi, her haltı başaracağını zırvalayan bu kişisel gelişimci bile inanmıyordu belki söylediklerine. Neyse zaten gelişimle falan bir işim yoktu. Daha çok erişimle ilgiliydi benim sıkıntım. Büyük kitlelere, işverenlere, vergi mükelleflerine, piramidin en tepesindekilere ve son olarak da kendime erişmek istiyordum. İşte gene o erişimsiz seyahatlerden birine doğru yol alıyordum. Başaracağıma inanan iki sesi geride bırakıp açtım kapıyı. Kapıcı Seyit gülümsedi ve selam verdi başıyla, başımla aldım selamını ben de. Nereye böyle iki dirhem bir çekirdek, dedi sonra. Bir iş mülakatına diye yanıtladım. Güveniyorum sana, eminim ki olacak bu iş dedi. İşe bak ki o da emindi, aynen evdeki sesler gibi.

Apartman kapısından çıkıp arşınlamaya başladım kaldırımları. Kendinden emin adımlarla yürüyordum. İlginçtir ki adımlarım bile kendinden eminken ben değildim. Kısa bir yürüyüşün ardından plazaya ulaştığımdan emin oldum. Derken üç kat merdiven tırmandım. Kafamda günlerdir canlandırdığım diyalogları oynayarak tabii. Ama sonuç gene hüsrandı. Çünkü günler öncesinden tasarladığım senaryo, beş dakikalık ayaküstü bi görüşmeyle provası bile yapılmadan çöp olmuştu. Çıktığım hızla inemedim merdivenleri. Fizik kurallarına aykırı mı bilmiyorum ama benim bünyeme aykırı olduğu kesindi. Kravatımı biraz daha sıkarak güç bela plazadan dışarı attım kendimi.


İnceden bir rüzgâr yalıyordu yüzümü. Yürüdükçe açılırım yanılgısına bir kez daha kaptırmıştım kendimi. Yürüdükçe açılan bir şeyler vardı elbette. Ama ben değildim açılan, bu kesin. Ben yürüdükçe insanlarla aram açılıyordu, sınıfsal farklar, Lorenz'in eğrisi, toplumun gönyesi açılıyor ve ben benliğimden sıyrılıp kendimle aramı açıyordum. Birkaç basit hasret gidermeyle kapanacak bir muhabbet değildi bu. Kendime gelmeyi unutmuştum. Sanki bu beden içerisine hapsolmuş bir et parçasıydım sadece. Şimdi bu takım içinde bir köleydim ve bu kravat da boynuma zincirdi sanki. Aslında kravat zincire indirgenebilecek kadar basit bi metafor değildi. Kimileri için çağdaşlık, kimileri içinse medeniyetin yuları, kimine göre batıya kölelik bana göre ise zarif bir intihar urganı...

Evet, ölümüm kravatla olsun isterdim. Evvela kronik astımımı azdıran bi maratonun ardından hayat öpücüğü spreyimi almaksızın ölesiye dek sıkmak istiyordum kravatımı. Böylelikle suçlu kravat da olmayacaktı. Kimse intihar ettiğimi de düşünmeyecekti. Sadece spreyini unutan aptal bir astım hastası olacaktım, hepsi bu. İmam yerime helallik isteyecek, cemaat üç kere ardı ardına helal olsun diye bağıracaktı. Onları kandıracağım için gram vicdan azabı çekmeyecektim. Çünkü vicdanım da benimle beraber ölecekti. Ya da en azından ben öyle umuyordum. Bilemiyorum, emin değilim. Hiçbir zaman da olamadım zaten. Yeteneğimden, kendimden, işimden, ailemden, arkadaşlarımdan ve kendini yiyip bitiren el alemden. Bu eminsizliğimi de Sokrates'ten rol çalarak özetlerdim hep; emin olduğum bir şey var, o da hiçbir şeyden emin olmadığım.


Sokrates'in telif haklarını ihlal ettiğimi umursamadan yürümeye devam ediyordum derken rengarenk bir büfeye denk geldim. Direkt daldım içeri. Malum reyondan en adi şişeyi kaptığım gibi parayı tezgaha bırakıp sıvıştım dükkandan. Elimde iğrenç bir şişe, üstümde jilet gibi bir takım, yüzümü yalamaya doyamayan tatlı bir meltem... Sanki tüm bu armoni beni sahildeki bankta demlenmeye davet etmek içindi. Ya da ben kendimce bahane bulup doğayı da buna alet ediyordum. Yoksa evrene neydi ki benim sarhoşluğumdan? Vazifesi belliydi onun. Ayık ya da çakır fark etmez takvimden yapraklarımı döküyordu bana sormadan. Akıp giden zamanın bilinciyle daha da yavaşlattım adımlarımı. Ne de olsa cepten değil ömürden gidiyordu. Varsın gitsindi, hem böylesi bu düzende daha yeğdi. Sahile vardığımda tüm banklar boştu, kimsecikler de gözükmüyordu etrafta. Sadece az ötede birini seçebildik astigmatımla. Biraz daha kıstım gözlerimi, daha da bir kırışarak eşlik etti bana alnım. Sonra beyhude bu çabam için kızdım kendime boşuna yormuştum kendimi. Alnıma bir çizgi daha eklemem de cabası. Hem zaten görülecek ne vardı ki, Şarapçı Rıza kusuyordu köşede. Yanıma gelip eşref saatime girdim, dedi. Allah kurtarsın, dedim ben de. Doldurursan bir bardak kimsecikleri yormadan kurtaracağım ben kendimi diye yanıtladı Rıza. Yanımdan kalkman için her şeyi yaparım dedim. Simsiyah bir pet bardağı ağzına kadar doldurdum Rıza için. O da uğurlar olsun deyip kalkmaya yeltendi. Biliyordum bu oyunu, hep aynı numaralar...

Birazdan tekrar yanımda bitecek ve ağabey bunu yudumlarken elim boş mu kalsın nerede buna meze olacak bir cuğara, diyecekti. Derken bir yarım saat kadar geçti aradan ve Rıza rutine uydu gene ve ben gene nefret ettim haklı çıkmaktan. Gene de o kapkara parmaklarının arasına hayatımdan tüm detaylarıyla nefret edercesine yerleştirdim sigarayı. Sanki parmağındaki her bir boğum yaşadığım bir olumsuzluğa dalalet ediyordu. İşte serçe parmağındaki o üç boğumun özeti, reddedilişlerim, boşa çıkan beklentiler ve hüsran...

Umudum, insanlığım ve içimde zerresi dahi kalmayan kendime güvenimse baş parmağında boğumlanmıştı Rıza'nın.


Siğil ve nasır dolu bu titrek elleri daha fazla izleyemezdim. Uzun etme Rıza, defol git diye bağırdım avazım çıktığınca. Tamamdır afiyet olsun dedi ve yol aldı yekten. İşte şimdi olmuştu. Bana güvenen son kişi de yitip gitmişti yanımdan. Kendi güvensizliğim içinde emin olmayan yudumlarla derinleşiyordum gitgide. Sağımdaki banka bakıp biraz sekteye uğrattım bu içsel muhakemeyi. Ellilerinde iki adam işgal etmişti şimdi orayı. Biri boyu kadar fularıyla ötekiyse ağzındaki pipoyla entellik savuruyordu. Kendi muhabbetlerine kendileri nasıl katlanıyordu, bilinmez. Ama şunu çok iyi biliyorum ki Rıza'nın el falına bakmayı hiç düşünmeden bu muhabbete yeğlerdim. Neyse dedim, döndüm önüme ve bir kez daha yelken açtım ruhumdaki çalkantıya. Derken tüm dinginliğiyle beni çağırdığını hissettim denizin. Kayalıklara kadar yürüdüm. Bir kayadan destek alıp ellerimle test ettim sıcaklığı. Atlanacak kıvamdaydı tam. Hem öğle üzeri ılık banyo tadında bir deniz sefasına hayır diyemezdim. Tam kendimi boğazın insafına adayacakken yapma değmez dedi fularlı. Ve devam etti, eminim ki yaşamak için sebeplerin vardır. İşte, işte o da aynı şeyi demişti. O da emindi. Sen de onlardansın demek ha dedim. Sen de eminsin. Anlam veremedi, ben kimseden değilim aidiyetini sıfırlamaya çalışan basit bir insancığım diyerek devam etti zırvalamaya.

"Tamam bey amca kendimi falan atmayacağım, yalnız beni rahat bırak ki şu bankta sefama devam edeyim.”

Eh be evladım demeye kalmadan tek bir kelime daha edersen boylarsın boğazın dibini dedim. Belki de bu benim kendimden emin olarak kurduğum tek cümleydi. Bu sefer banka daha bir kendimden emin yerleştim. Daha bir cevaplar oldum sorularımı. Ve iyice billurlaştığını hissettim zihnimin. Anlaşılan şişe tahminimden de erken görmüştü dibi. Arkama yaslanıp derince bir nefes aldım. Kravat planım sahne almayı bekliyordu hâlâ. Gözden geçirdim tüm aşamaları. Ve ilk etaba doğru koyuldum. Yani doğruca en hızlısından sahil boyu bir koşu. Terin suyun içinde kaldıktan sonra peşi peşine yaktım sigaraları. Birini söndürmeden diğerini yakıyor ve o kibritçi kızın aksine piç olan her izmaritin ardından umudum tazeleniyordu. İlk defa bir planımdan emindim zira. Bu kendinden emin tavırlarla buruşturup fırlattım paketi. Ceketimi aldım, kravatımı düzeltip var gücümle sıktım onu. Kronik astım ve kravat müteselsil bir sorumluluk alıyordu son perdemde. Evet müteselsil sorumluluk. Sonunda fakültede öğrendiğim bir şey işimi görmüştü hayatımda. Bunun heyecanıyla daha da bir sıktım kravatı. Artık yüzümün kızardığını anlayabiliyor ve reflülü midemdeki yangının aynısını boğazımda da hissedebiliyordum. Ve ölüm hiç de o kadar korkunç gelmiyordu şu an. Az kalmıştı, biliyordum. Gözlerim kararıp yuvalarından fırlayacak gibi oluyor, fularlı araya girmeye kalkıyor ve ahbabıysa piponun dumanını olduğu gibi yüzüme üflüyordu. Benimse dumandan gözlerim yaşarıyor ve tüm bu yaşananlara bir anlam vermeye çalışırken arka fonda çalan Teoman buna gerek olmadığını söylüyordu. Neden, niçine takılmamak gerekiyordu. Çünkü şöyle diyordu Teoman " Sorma neden niçin", " Bak bak bak bak güzel bir gün ölmek için"


Derken son nota da vuruldu.

Naci! Yemek hazır diyen bir ses böldü beni. Yemeyeceğim, aç değilim diye yanıtladım bense.

Emin misin? En sevdiğin köfteyi yaptım ama diye sürdürdü konuşmayı. Sonra emin miyim diye sordum kendime. Ve o an anladım bu hikâyenin asla bitmeyeceğini. Peki bundan emin miydim? Bilmem şu an ağzıma iki köfteyi birden tıktığıma göre buna da sizler karar verin.

E ne dersiniz? Emin olup olmadığımdan emin değil misiniz yoksa emin ol ki emin değilsin diyenlerden mi?