Aslında hiçbir yazım edebiyat yapmaktan ibaret değildi. Bir şiiri yazmak için biriktirdiğim duygu yığını değildi. Bir portakal bahçesinde çürümüş bir dal gibiydi onlar. Ne dal koptu ne de biri onu kopardı. Bakıp geçtiler usulca duygularıma. “Herkesin kötü şeyleri var, düzeltmek senin elinde” dediler.
Lakin çürük bir dalı iyileştirmek mümkün değildi. Çürük bir daldan portakal koparması için birini ikna etmek de. Beklemek, dilemek, inanmak. Bunlar herkese ait olan beleş duygular değilmiş. Yalnızca belli insanlara ait olan ödüllermiş. Ne yazık ki halen birçok insan kendisine de ait olduğunu zannediyor. Senin olmayan bir şeyi kendinin zannetmek ne büyük hüsran. Ben ufak bir balıktım kocaman bir okyanusta. Deniz yıldızı, ahtapot, balina en sevdiğim dostlarımdı. Bana daima gökyüzünü anlatırlardı. Bulutları, güneşi, ayı ve o derin rüzgarı. Suyun altından sadece bulanık görebildiğim o eşsiz yeri dinlerdim. Duyduklarım beni ağlatırdı lakin suyun altında gözyaşlarım anlaşılmazdı. Bir gün çıplak gözle görebileceğime inanırdım. Ama imkansızmış. Çünkü orayı bir an görmek bile beni öldürürmüş.
Balıklar asla boğulmazlardı değil mi?
Büyük bir yalan. Ufak bir balık koca okyanusa kolaylıkla sığabilirdi değil mi? Büyük bir yalan. Tek güneş gökyüzündedir değil mi? İşte en büyük yalan... Derinlikte ama çok derinlikte bir yer var. Okyanusun kalbi. Sadece adını bildiğim, efsanelere karışmış garip bir yer. Oraya yüzerek varamazsın. Yüzgeçlerini kapatmak zorundasın. Çünkü çok uzakta. Ufak bir balık için çok çok uzakta. Sen değil, o seni kendine çeker. Ama gidebilmek için yüzmeyi bırakmak zorundasın. Kendini dipsiz bir boşluğa bırakacaksın. Madem karaya asla çıkamayacaksın, o halde en dibe gitmelisin. Oranın güneşiyle ısınabilir, rüzgarıyla serinleyebilirsin. Orası sessiz, huzurlu ve gerçek. Tıpkı senin gibi...