‘’Kendimi mi öldürsem yoksa bir fincan kahve mi içsem?” 

(Albert Camus)


Çok kısa bir süre önce ölümün, nasıl bir düzlemde gerçekleştiğini tahmin dahi edemiyordum. Bedenimin nefessiz kalarak yaşamsal fonksiyonlarını tümüyle sonlandırma olayı bana çok absürt geliyordu. İçimdeki enkazını halen daha kaldıramadığım bir sürü cesetten, katranvari yalnızlıktan ve minimize etmek zorunda kaldığım ne kadar his varsa hepsinden nefret ediyorum. Yitip gitmek hiç inandırıcı gelmiyor, varoluşu sorgulamak ilgimi çekmiyor artık. Akıp giden zamandan arta kalan zihnimi; bir artı bir, fasit bir dairede dinlendirerek ve hiçbir şeyi umursamayarak geçirmeyi her şeyden çok istiyorum fakat bunun için bile önce adım atmak ve çabalamak gerekiyor. Anlamsızlığımı bu denli tahayyül edilmez bir serap haline getiren şu çarkı bozuk dünya düzeninden başkası değil, bunu biliyorum! Benim oldukça sıra dışı keşiflerim var, metanolle tanışık olmak istememin yegane nedenlerinden biri de keşfetme, araştırma içgüdüm; fakat bunları aklımın karşıt noktalarıyla beraber, uzlaşılası bir zemine neden oturtamıyorum? Bilmiyorum. Karşılaştığım bütün küçük dehlizlerin bana katmış olduğu bu üstünkörülüğü bastırmak adına yaşamaktan ve üstü çiğnenmiş bir böcek leşi gibi olduğum yere mıhlanmaktan feragat ediyorum. Bunu yaparken ense köküme, dokuz milimetrelik bir tabancayla vurulmuş gibi hissettim, fazlasıyla baygın. Kuşlar, güneş, hava, ağaçlar kısacası iyi hissettirdiği kabul gören ne varsa benim için hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Her şey sanki koca bir hiçliğin, bir bütün gibi görünmesi için tasarlanıyor hatta beşeri olan ne varsa bunun bir ürünüdür. Ölüm kaygısı gütmeden yaşamak da çok zor, hamam böceği gibi hissettirilerek yaşamak da. En iyisi her şeyi tümüyle reddetmek.