Yazıya geçmeden evvel küçük bir şeyden bahsetmek istiyorum amacım beğeni toplamak değil, yorum ve eleştiri almaktır. Yorumlarınızı ve eleştirilerinizi esirgemeyiniz ayrıca yazıyı okumaktan eriniyorsanız hazırladığım videoyu izleyebilirsiniz. Tıkla
Yanlışlıkla düştüğü bilinmez bir şehirde kendini bulan Budai, esasen bir dil bilimcidir. Küçük bir sorun olarak gördüğü bu ziyaretten bir an evvel Helsinki'deki konferansa yetişmeye çalışır fakat yaşadığı problem varoluşsal bir sürece dönmeye başlar. Ferenc Karinthy'in Epepe isimli başyapıtı dilin önemi üzerine yazılmış bir roman gibi görünse de esasen dilin değil anlamın değeri hakkında epeyce tartışmaları bir yapıttır. Romanın başından sonuna kadar Budai bir çok dil bilmesine rağmen kimseye derdini anlatamaz. Geldiği bu şehirde her yer kalabalık, uzun uzadıya sıralarla kaplı ve herkesin itiş kakış içinde birbirine bağırıp çağırdığı bir yerdir. Budai ne yaparsa yapsın kimseden ne bir kelime öğrenebilir ne de kimseye derdini anlatabilir. Ne yaparsa yapsın buradaki insanların dillerini çözemez. Kendisini hapse attırır, geçici ilişkilere girer, dilin yapısını analiz etmeye çalışır fakat bu dil dünyadaki hiçbir dile benzemez. Mektuplar yazar yine fayda etmez. Budai'nin tek amacı bu şehirden çekip gitmektir ve havaalanına kadar götürecek bir kaç kelime bile öğrenemez. Sanki dünyaya yeni gelmiş bir bebek gibi şehirde olan bitenleri gözlemlemeye başlar. Budai yalnızca rakamlar konusunda başarılı olur fakat rakamlar onun sadece yaşamasına katkıda bulunabilir oysa romanın derdi var olmanın ağır yüküyledir.
Şehir alabildiğine kalabalıktır ve romanın başından sonuna kadar yüksek bir binanın yapımı devam eder. Budai ara sıra bu binanın katlarını sayar. Her geldiğinde bir kaç kat yükselmiştir. Her yerde insanlar sıradadır öyle ki düştüğü bir genelevde bile insanların sabırsızlıkla kapıyı dövüp sırada bekledikleri görülür. İnsanlar o kadar insan gibi değildirler ki Budai bir ara buradaki insanların robot olup olmadıkları ile ilgili şüphelenir. Budai o kadar çok uğraşır ki bu şehirden kurtulmaya öncelikli olarak nerede olduğunu anlamak için akıl almaz yöntemler geliştirir fakat kuzey yarım kürede olduğunu anlamaktan başka hiçbir şey çıkaramaz. Roman bize bağıra bağıra: İnsan bu dünyada yalnızca fiziksel şartlardan dolayı yaşamaz, der. Nerede olduğumuzu bilmemizi bulunduğumuz yeri anlamlı yapmaz. Şehirde yaşamak için her şey vardır fakat insan için yalnızca yaşamak yetmez. Fakat şehirden kurtulmak için metroya gelen Budai bir süre sonra yaşayabilmek için herkes gibi davranması gerektiğini düşünecek noktaya gelir.
Romanda her şey ama her şey tanıdık fakat bir o kadar da manasız, abestir. Zira her şeyin tanıdık olması bize sıcak gelmez tam tersine Budai ile birlikte bu dünyada olan biten her şeyi anlamsız ve saçma görmeye başlarız. Aslında Budai'nin düştüğü bu şehir yaşadığımız dünyadır. Herkes koşturmaca içindedir, kimse birbirini anlamaz, ikili ilişkiler yoktur. Mesala Budai bir stadyuma gider ve insanları olduğu gibi betimler, her şey o kadar manasız o kadar tanıdıktır ki Veyahut Budai bir hayvanat bahçesine gittiğinde oradaki hayvanları insanlardan daha anlamlı bir yaşam sürdüğünü anlatır. Hayvanların bir hayalli vardır. Bu hapishaneden kurtulmak... Budai'nin dili anlama çabası ilk başlarda tamamen pratik amaçladır ve bu yüzden burada konuşulan dili "Epepe" olarak sanki Yunanların ötekiyi "Barbar" olarak tanımlaması gibi adlandırır. Kimseyle gerçek bir iletişim kurmak istemez, sadece taleplerini iletmek için çabalar. Üstencidir. Fakat sonradan Budai'nin bu dili öğrenme amacı esasen dünyayı anlamlandırma çabasına döner, nafiledir. Dil dünyayı anlamlandırsa bile dünyayı anlamlı hale getirmez. Olan biten tüm olaylar olağandır, sıradandır. İnsan için tek değişim ölümdür. Yani Budai'nin dönüşünü simgesi. Bu, romanda su olarak, denize ulaşma umudu olarak imgeleştirilmiştir.
Budai'nin hiçbir çabası işe yaramaz ve bir süre sonra onlar gibi olmaya başlar, ilk önceleri sıraya girmeleri kanıksamaya başlar sonra nereye gideceğini bilemediği bu şehirde insanlar nereye gidiyorsa o da yığınları takip eder, onlar gibi kaba saba olmaya başlar. Romanın sonlarında Budai çıldırmış gibidir insanlara ve etrafa saldırır. Onun şehre geliş süreci hem bir varolma hem de varoluşsal hale gelir. Bir yandan faturaları ödemek için endişelidir bir taraftan dili öğrenip gitmenin hayaliyle yaşar. Hiç kimseyle doğru dürüst baş başa kalamaz, kimse ötekiyle ilgili değildir, kimsenin zamanı yoktur. Oteldeki Epepe diye isim taktığı sarışın dışında kimseyle baş başa kalamaz Epepe dışında kimse kitap okumaz fakat onunla baş başa kalmasına hatta birlikte olmasına rağmen ondan bir kelime dahi öğrenemez. Öyle ki Budai için bu kadından dili öğrenmekle hayatın anlamlı hale gelmesi neredeyse aynı manaya gelir. Romanda yer yer duygulara yer verilir insanlar ağlar ortak duygular paylaşılır fakat kimse ötekini anlamaz. Budai bir süre sonra duyduğu, gördüğü kelimeleri tasnif etmeye başlar fakat sanki kendi dilini yaratıyor gibidir. Nitekim romanda bir yerde şüpheyle acaba ne kadar insan varsa o kadar dil mi var diye sormadan edemez. Dili anlamanın yolu onun kurallarını bilmek mi yoksa onlar gibi olmayı kabul etmek midir? Budai onlar gibi olmadan dili öğrenmeye çalışır fakat öğrenemez ancak bir süre sonra onları anlıyor gibidir fakat bundan emin de değildir. Sadece tahminlerde bulunur. Hatta romanda bir yerde "bu insanları" der "anlamadan da yaşayabilirim". Yani mesele hayatta kalmaksa sorun yoktur fakat sorun yalnızca bir sorunu nefes alma verme değildir, hayatı anlamlandırma çabasıdır. Bir ara ne olursa olsun onlar gibi olmamak için direnir fakat şu önemli soruyu sorar "Dünya eğer bile isteye bu hale getirilmişse ve kendisi birileri tarafından burada alıkonuyorsa ne iyi fakat ya dünya gerçekten de kendiliğinden böyleyse?
Romanda Budai'nin anlaştığı tek bir kişi vardır fakat onu da kalabalıkta yitirir. Adamın birinin elinde Macarca bir metin vardır. Adama seslenen Budai, karşılık olarak Yoksa zatıalileri de mi ? diye cevap alır. Yazar burada neyi kastetmiştir? Yoksa siz de mı bu yabancı yerde umudu arıyorsunuz? Zatıalileri de mi ? Romanın sonlarına doğru Budai nasıl olduğunu anlamadığı- kaldı ki romanda Budai hemen hemen hiçbir şeyi anlamlandıramaz- bir devrimin içinde bulur kendini. Devrim dediysek de Budai olan bitenlerin sonunda girdikleri hükümet binasında -Budai buranın da hükümet binası olup olmadığından emin değildir- kendi kendine şunları sorar: "Sonunda amaçlarına ulaşmışlar mıydı? Orada kendisini ne bekliyordu? Ama tek buldukları koridor, kapılar, odalar ve büro mobilyalarıydı." Devrimin sonunda idamlar yapılır sonra bir karşı devrim olur. Bir günde olan biten tüm bu gelişmeler sonrasında tekrardan sokağa çıktığında Budai, yapımı devam eden inşaatın devam ettiğini, cesetlerin kaldırıldığını, binaların tamir edildiğini, insanların yine sıralarda yine kalabalık ve sürü halinde dolaştıklarını, çocukların parklarda sanki hiçbir şey olmamış gibi olduğunu görür. Yoksa bu tür ayaklanmalar olağan ve doğal şeyler miydi? Roman bize sanki bilmediğimiz bir dilde film seyrediyormuşuz hissi verir olaylar tanıdıktır, insanlar bir şeyler yapar fakat bizler için anlamsızdır. Bu yüzden anlam yitirildiğinde devrimlerinde anlamı kalmaz. Her şey bir döngüdeymişçesine sürer gider. Tüm bu olan bitenlerden sonra Budai olan biten her şeyi tıpkı onlar gibi kanıksar ve mutlu hisseder, rahatlar fakat o anda sucuğunun kağıdı suda hareket eder. Suyun hareket etmesi ne demektir? Su bir yerlere gidiyordur belki de denize? Dünyada olan biten her şey her ne kadar anlamsız ve saçma olsa da -sucuğun kağıdının suyu hareket ettiğini göstermesi kadar- ölümün varlığı yani nihayetinde sonlu ve bilinmez bir yere gidiş umudu simgeler. Artık Budai evine kavuşacağına emindir, umutludur. Roman sonu itibariyle umut dolu biter. Hayat absürt olsa bile ölüm bu absürtlüğü bir gizemle sonlandırabilir.
Romanın anlatım tekniğini oldukça sadedir, okur romanı takip etmekte zorlanmaz Budai'nin sorunlarıyla kendisini özdeşleştirir bu da eseri hızlıca bitirmemize sebep olur. Fakat bu demek değildir ki Budai derin bir karakterdir. Budai başına gelenleri cesaretle göğüslemiştir fakat biz onu değil onun karşılaştıklarıyla ilgiliyizdir. Çok az bir şekilde yazar kendisini romanının içine dahil eder veya Budai'nin gözünden bir şeyleri aktarır. Zira bu yöntemi rastgele değildir. Çünkü öznellik anlamlandırmanın en mühim yoludur bu yüzden eser karakterin gözünden değil dışarıdan birinin yani yazarın gözüyle aktarılmıştır. Fakat bu da bazı betimlemeleri canlandırmamızı zorlaştırır. Çünkü herhangi bir ilişki içinde olmadığımız bir tasvir bizi sıkar. Fakat zaten insanın gözünden değil hayatın abesliğinden dem vuran bir romanın da böyle bir teknik benimsemesi kayda değerdir.