Bir kutsallık değil de derin bir his, pek kıymetli bir resim; yeri başka hiçbir olgu, varlık ile dolmayacak bir kelime denebilirdi buna.Aklımı karıştıran bütün soruları cevaplarken bir anlam bulmaya çalışır, bir anlatı yoluna ihtiyaç duyar, bir sonuca varmanın mutluluğunu yaşarken hep o eşlik etmişti bana. Beni hiçbir zaman yalnız, hiçbir çıkmazda bırakmadığına şahitlik edebilirim. Hatta tabiatında olmasa da (genellikle işler çıkılmaz bir hal aldığında) birkaç cümle ile olsa da yardım ettiği de olmuştur.

Gövdesi orta kalınlıkta, dalları yaprakları bir örnek, meyveleri görenin iştahını kabartır bir resimle, karmaşalarımı düzene sokan bir elma ağacıydı bu. Felsefede, edebiyatta, düşte, çözümlemede ihtiyaç duyduğum, yardımını talep ettiğim an gözümün önünde beliren hep o idi. Bazen köklerinden, bazen yapraklarından veya gölgesinden, bazen meyveli –meyvesiz hallerinden yola çıkıp kesin bir dille ikna edebiliyordum kendimi. Hemen hemen bütün düşünsel çıkmazlarımda ister yarı yolda kalınsın, ister sonuca varılsın her zaman o elma ağacı olmuştur, hep ondan yardım istemişimdir bana.

Bugünde, gün boyu “yaşamın neresindeyim” sorusunun cevabı için kendisinden yardım talep etmiş, çoğu zaman yaptığım gibi köklerinden başlayıp dallarına ulaşmış, bazen çiçekli-bazen meyveli hallerini düşünüp kendime yormuştumçeşitli hallerini. Şimdi mutfak penceresi önünde dikilip ağzımın içinde yuvarladığım yenidünya çekirdeğinin iki bina arasında kalan şuncacık toprağa düşmesini izlerken uzaklaşmaya başlıyordum o kadim dostumdan.

İki bina arasında uzunluğu on beş-yirmi adım, genişliği anca on adım bir toprak parçasıydı burası. Mutfak penceresinden aşağıda görünen sigara izmaritleri, su şişeleri, sofra bezi kırıntıları, gazete sayfaları ile kir pas içinde olması yanında, bu pasaklılığı cılız yeşilliğiyle örtmeye çalışan, muhtemelen benim gibi bir densizin ağzından, belki de benim ağzımdan fırlatılıp atılan meyve çekirdeğinden bitme bir fidanla yıllardır bizim bahçemiz diye anılırdı burası. Kendiliğinden bitme diyorum çünkü hiçbir aklı selim bir fidanı günde sadece iki saat güneş gören, çapalanmaya değer görülmeyen bu toprak parçasınadikmezdi; dikse dahi bir bina temeline bir karış uzaklıkta olsun istemezdi. Bir bilmezin tükürdüğü ya da bozuk olduğundan kimsenin yemeyip sofra bezinden aşağıya silkelenen bir meyve çekirdeğinin fidanı olduğu kesindi benim gözümde. Bir günde bir avuç güneşle, budanmak ve çapalanmak nedir bilmezlikle, yağmurdan yağmura -belki de pencerelerin yıkanmasından yıkanmasına- suya kavuşan, ona lazım gelen her ne varsa ya yok ya da varla yok arası bir miktar ile hayatta kalmaya, şu olmasa da olur toprak parçasını güzellemeye çalışan, fidan ile ağaç olma arasında sıkışıp kalan neyin fidanıydı, şeftaliden yana kullanıyordum hakkımı. Ağaçlarla aramın kötü olduğu söylenemezdi aslında. Dördüncü katta olduğumdan olsa gerekti ki "şudur." da diyemiyordum. Hayatta kalma başarısını takdir edip gülümserken kapıcı Hikmet Efendi giriyordu iki bina arasına. Süpürgesiyle, şöyle kabaca süpürüp bir araya toplayıveriyordu çer çöpü. Ne kadar da hızlı bitirdi. Oysa az önce, fidancık da olmasa bakılacak gibi değildi aşağısı. İşi bitince elini arkasında birleştirip yanına yaklaşıyor ve incelemeye başlıyordu fidanı.


-Hikmet Bey, Hikmet Bey!

-Buyur.

-Ne ağacıdır o?

-Canerik.

-Şeftaliye benzetmiştim.

-Yok, can eriktir.

-Yaşar mı orada?

Cevap vermeden, ta aşağılardan yüzüme bakıp belli belirsiz gülümsüyordu. Bir süre dallarında, yaprakları arasında bir şey arıyormuş gibi hareketler yaptıktan sonra:

+Sekiz tane efendim.

-Ne sekiz tane Hikmet Efendi?

+Erikefendim, vermiş, sekiz tane.


Gülümsediğimi ama bu arada gözlerimin dolduğunu hissediyordum. Dördüncü katta da olsam görme ihtimaline karşın bir saniye içeri girip artık akmış göz yaşlarımı silip pencereden tekrar aşağı sarkıtıyordum yüzümü. Ne olduğunu merak eder bir ifadeyle yüzüme bakıyordu Hikmet Bey.

-Sekiz tane demek, aferin ona, aferin.

Onaylar ve fidanı takdir eder şekilde başını sallıyordu şimdi aşağıdan. Bir elin parmak sayısını geçmeyen dallarını düzeltiyor ve toz konmuşsa tozunu alıyor gibi usulca dokunuyordu yapraklarına. Fidanla işini bitirip süpürgesini alıp giderken bile kafasını sallıyordu. Böylece kimse fark etmese de yaşamın bu iki bina arasını güzelleştiren fidancık ona sunulanlarla, elinden geldiğince, sekiz eriğiyle yaşamın burasındayım diyordu artık onu bilenlere. Böylece ben de ilk defa elma ağacımdan değil de küçük bir erik fidanından alıyordum cevabımı.