Geceleyin erkenden yatıp iyi bir uyku çekeyim diye şu geniş divana yığılıp kalmıştım. Tam iyice daldım dediğim her anda keyfimi bastırdı divanın gıcırtısı. Küfürler ettim yine çare olmadı. En sonunda öyle ince bir ses çıktı ki tüm nefretimle ayağa fırlayıp mutfağa gitmeye karar verdim. Su içmek lazımdı. Yavaşça terlikleri giydim ve kulağımda yine aynı gıcırtıyla yürümeye başladım.
Burası daima on yedi adım çekerdi. Bu defa yirmi sürdü. Salondan geçerken yine aynı fareyi gördüm. Peynire hâlâ nefretle bakıyor olacak ki dışarıdan başka yemekler sipariş ediyor. Dostlarını getirmezse ona sağlam bir hediye vereceğim. Ama bazen sesi çok çıktığında kızıyorum. Arkadaş kabul ettik diye de böylesi yapılmaz sonuçta.
Mutfak kapısını açık bırakmayı sevmiyorum. Aslında salonla bağlantısı iyi olduğundan vazgeçilmez bir yapısı var ama geceleri mutfak hep ürkütücü gelmiştir. Sanki gece olunca bizim dışımızda bir yaşamın merkezi olur burası. Arada bir karafatmaların uğrak noktası olduğu için öyle hissederim. Fare de uzun zamandır yaşadığından pek giresim gelmez içeriye.
Belki iki aydan fazladır şehir dışındaydım. Evin hâli berbat olmuş. Öylesine yorgundum ki yalnızca yattığım yeri süpürebilmiştim. Şimdi gecenin bu vakti o mutfağa girmek belki de yapmak istediğim son şeydi.
Kapıyı yavaşça açtım. Temkinli olmak lazımdı. Işıkları açıp hızlıca yerlere bakındım ama tertemizdi. Sol köşede bulunan dolaba yöneldim hemen. Geçen aylardan kalma yarım pet şişenin içini boşalttım mideye. Şişenin kapağı elimde durmak istemedi, bir anda yere düşerek buz gibi zeminde yuvarlandı.
Hararetimi giderince tam dolabın karşısına yani arkama bakındım. Şişenin kapağının düştüğü yerde daha önce varlığından haberdar olmadığım bir delik fark ettim. Farenin neredeyse beş katı büyüklüğündeydi.
İyice yere eğilip deliği kontrol ettim. İçerisi karanlıktı ve az önceki gıcırtının sesi daha da artmıştı. Mutfağın arka tarafında yıllardır kullanılmayan bir dükkan buluyordu. Belki de geceleri mutfakta canlandığını sandığım dünya ile bağlantı bu delik sayesinde oluşmuştu. İçeriyi daha iyi görebilmek için el lambasını almaya gittim.
Daha ışığını yakar yakmaz büyük bir patırtı koptu içeride. Paslanmış demirleriyle gücü zayıflamış raflar bir bir yere dökülüyordu. Olanca toz delikten yüzüme akın etti. Öksürerek geri çekildim ve bir süre bekledim. Tam o sırada salondaki fare hızlıca yanımdan geçerek delikten içeri girdi.
Belli ki dostlarını davet etmişti buraya. Böyle olduğunu düşündüğüm için bu durumu önce pek umursamadım. Fakat tam deliğin önünü kapatmak üzereyken içeriden garip bir ses geldi. Hırıltılı ve yalvarır nitelikteki ses, "Lütfen ışık, biraz daha ışık..." şeklinde kulağımı tırmaladı. Böyle bir şey karşısında ne yapacağımı şaşırdım. Bir anlık korkuyla elimdeki tahta sertçe yere çakıldı. Döşemeden çıkan toz bulutuysa burnumdan girerek beynime hücum etti.
Basbayağı hayal görüyordum işte. Uzun süreler uykusuz kalınca böyle oluyordu demek ki. Belki delik bile yoktu duvarda. Geri gidip yatmayı düşündüm. Fakat bu içerideki her neyse sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi bu sefer de "Dur lütfen, özgür kalmama yardım et!" diyerek engelledi beni.
İyi düşünmek lazımdı. Ama ne diye? Kendi kendime neyi ispat edecektim? Gelen seslerin gerçek olup olmadığını bile anlayamıyordum. Neyse ki kısa süreli bir akıl yürütme sonucunda ne yapmam gerektiğine karar verdim. Sesin sahibine birkaç soru soracaktım ve gelen yanıtlara göre bu kişinin gerçek veya hayal olduğunu anlayabilecektim. Fakat zihnim beni kolay sorulara karşı yanıltabileceğinden soracağım soruların oldukça çetrefilli ve beklenmedik olması gerekirdi.
Böylece karşımdakinin iki ayağını bir pabuca sokarak onu afallatacak olan ilk soruyu sordum.
"Heyy, baksana! Senin için en önemli şey nedir?"
Pürdikkat kesilmiş, gelecek yanıtı bekliyordum ancak içerideki hiç de acele etmiyordu. Bir iki dakika bekledikten sonra yine aynı hırıltılı ses ağır ağır konuşmaya başladı.
"Öz-gür-lük-tür."
Bu beklemediğim bir cevap oldu. Yardım isteyen birinin özgürlükle ne işi olurdu ki? Madem gerçekten orada aciz durumdasın, ne diye isteğin su veya yemek değil de özgürlük olsun değil mi? Açıkçası bu pek gerçekçi gelmemişti. Elbette... İçeride kimse yoktu. Olsaydı böyle saçma bir cevap vermezdi zira.
"Bir soru daha soracağım. İyi dinle. Kendini ne olarak tanımlıyorsun?"
Yine aynı bekleyiş. Bu sefer beş dakikadan fazla zaman geçince haklı olduğumu düşünmeye başladım. Fakat yine de cevap geldi ve bir şans daha verdim.
"Kendi zihnine hapsolmuş bir in-sa-nım."
Ne? Bu cümleden hiçbir şey anlamadım. Ayrıca orada bir insanın olması imkansızdı. Kesinlikle şu farenin dostlarından biri benimle alay ediyor. Belli ki uykusuz kalmış zihnim onun tiz sesli gıcırtısını anlamlı sözlere dönüştürmek üzere hareket hâlindeydi. Evet evet, kesinlikle öyleydi.
Bundan tamamıyla emin olduktan sonra tahtayı, deliği iyice kapatacak biçimde duvara monteledim. Her bir çivide ses daha da gıcırdadı. Öyle ki beynimi zonklatan bir frekansa bile erişti bir ara. Nihayet sonuncu çivide ses kesildi. O zaman anladım ki hepsi gerçekten de hayalden ibaretti.
Işıkları söndürüp on yedi adımı yeniden yürüdüm. Yatağa girer girmez hafif bir üşüme gelince hızlıca yorganı çektim üzerime. Ses kesinlikle kesilmişti. Fareler de artık doyasıya özgür kalmıştı.
Yarınki işimi düşünerek huzurlu ve mutlu bir şekilde uykuya daldım. Nihayetinde patronumuzun bizden beklediği en önemli şey de buydu.