Normalde zaman, mekanları eskitir. 


Fakat şu anda içinde bulunduğum durum biraz farklı. Bu kasvetli oda, amacı ve dizayn ediliş şekli sebebiyle zamanı eskitebilme özelliğine sahip. En azından benim için, çünkü üç gündür son yarım saati yaşamaya çalışıyorum. Hiçbir zaman çok ışıkla aydınlatılamayacak şekilde düşük voltajlı ve az sayıda lambaya sahip. Belki de bu yüzden loş ışık bana sevimli geliyordur, başka seçeneğim olmadığı için.


Odanın içinde biriken yoğun sigara dumanı, eminim ki dışarı çıkıp özgürce gökyüzüne doğru dağılmayı umut ediyor fakat kapının ve camın kapalı olması onu içeride aheste aheste voltalar atmaya mecbur bırakıyor.


Ben kapının sol karşı çaprazındaki tekli, kahverengi ve yıpranmış koltukta en çirkin halimle oturuyorum. Güneş geçirmemesi için özel seçilmiş perdeler sonuna kadar kapalı. Tavana doğru döndürülmüş bir masa lambası odayı aydınlatmaya çalışıyor ve tabii ki arka planda soft jazz şarkılar iki küçük hoparlörden dışarı çıkıp kendini duyurmak için sırasının gelmesini bekliyor. 


Odanın zemini ve eşyalar ahşap, ahşabın kokusu az önce içilmiş viski kokusuna karışıyor, üstüne sigara ve başka bazı şeylerin dumanı ekleniyor. Yine de burnuma gelen şu ekşi koku eğer az önce hissini kaybettiğim ayaklarımdan gelmiyorsa ya odanın içinde çürüyen bir şeyler var ya da daha kötüsü, kokuyu beynim üretiyor.


Sol tarafımda, odanın ucunda iki büyük pazar paletinin üstünde, yere neredeyse bitişik, ikinci el bir yatak var. Yatağın üstünde 19 yaşında fakat yaşıtlarına göre daha olgun fikirlere sahip biz kız var. Bu kız bana hatırlayamadığım bir süre önce “Sence beni ne ağlatır?” diye sormuştu. “Seni henüz o kadar iyi tanımıyorum.” diye yanıtladığım zaman bana hak verirkenki tavrı beynimde dönüp duruyor. Kahvaltı için domatesleri kesme tahtası yerine elinde kesmeye alışık olduğu için ona Minik Tanrıça lakabını taktım -alakasız olarak-.


Minik Tanrıça az önce içtiği bazı şeyler yüzünden neşesini kaybetti ve neredeyse yarı çıplak şekilde yatağa uzandı. Uyumaya çalışmıyor, eski haline dönmeye çalışıyor. Ona göre yarım saat bana göre üç gün öncesine. Minik Tanrıça’nın bu yatışı gözümün önünde çenesinden başlayıp göğüslerinin arasından devam eden ve göbek deliğine uzanan o muhteşem yola ne sıcak ne soğuk, ne hızlı ne yavaş bir üfleme sonrası tüylerinin diken diken olduğunu görme isteğiyle boğuşmamı sağlıyor ve kafamda çalan Deniz Üstü Köpürür şarkısını durduramıyorum. 


Yere yakın ikinci el yatağın üstünde yatıyor Minik Tanrıça. Yanında da kaba saba, kendini olduğundan daha kaba göstermeye çalışan, pis sakallı, uzun ve kabarık saçlı, orta boylu, spor yaptığı kaslarından belli olan bir adam yatıyor. Bu adamla dostluğumuz uzun yıllar öncesine dayanıyor. Oda onun odası, kadın onun kadını.


 “Sen beni, benim seni sevdiğinden daha çok seviyorsun. Ben o kadar sevmiyorum.” diyen dostumun bırakıp gitmeyen kadını. Adamın umurunda olmasa bile bir süre sonra bir ada ülkesine okumaya gideceği ve bu adamdan ayrılacağı için içi buruk olan kadın. Kahvaltı hazırlarken domatesleri elinde kesmeyi seven kadın. Bana “Sence beni ne ağlatır?” diye soran kadın. 


Ayaklarımı yeniden hissettiğim zaman müsaade isteyip odadan çıkıyorum. Evin diğer ucundaki bana ayrılan yatağa uzanıyorum. Bir süre sonra dostum geliyor, iyi olup olmadığımı öğrenmek için. 


Biraz sonra sabah olacak, dahası deniz üstü köpürecek. 


"İyiyim dostum, sadece uyumak istedim, neşeniz bol olsun."



24 Eylül 2021