Deneme bir, iki! Deneme bir, iki, üç…

Üçüncü sınıf bar sarhoşluğu diye bir şey var. Çamuruna vicdan katılmamış insanlara benzettiğim; enerjisi bol, votkası az içkiler servis edilen. İlk defa dinlemek zorunda kaldığın alaturka-arabesk karışımı parçaları, kolonun yamacında bünyeye zerk etmek… Kulağını tırmalayan yerel sanatçı nağmeleri, kahkahalar, güller, merdiven altı rakı servisleri… "Ay teşekkürler hayatım’", transı andıran bir kons gülümsemesi. Nohutçu geldi, alalım mı? Ne alaka lan şimdi, viski, nohut, cips? Hay alevli meyveni… Kolum yandı. Yılmaz Morgül ile U2 düet yapsa bu masadan daha az yadırganacağı aşikâr. Böylesine bir gecenin sabahından da mantıklı bir metin beklemeyin (ki ben de beklemiyorum zaten).


Olması gereken baş ağrısı tecrübesi, sabahı dahi bekleyememiş, eve gelip duş bile almadan uzanılan yatakta ‘’Bu gece sana uyku yok’’ diyedursun. Yarı uykulu, uyuşuk bedenimle kıvranıp durduğum esnada, kapı zilinin sesi sancılarıma bir anda son verdi. Müthiş bir enerji, dinamizm, geç patlayan şeker tadında bir aydınlanma. Kapıya doğru yönelirken içimden bir ses ‘’Bu saatte kim acaba’’ bile demiyordu, kim olursa olsundu. Ne yapacak bana, tecavüz mü edecek? Hem demokrasi var, birlik var, beraberlik var, dik durdum, eğilmedim, herkes benimleydi. "Kim o" bile demeden kapıyı açtım. Yalnız, karşımda duran şeyi idrak edebilmem için bu kafadan çok daha fazlası lazımdı. Yoksa eve dönerken sağlam bir Afgan sarıp, elime mi tutuşturmuşlardı? Hatırladığım kadarıyla olumsuzdu. Göz bebeklerimin büyüdüğünü görmek için aynaya falan bakmama gerek yoktu; yuvalarından fırlamak üzere olduklarını anlayabiliyordum.


Birkaç dakikalık şaşkınlık dalışının ardından, "Beni içeri davet etmeyecek misin?" dedi. Evet, aynen böyle söyledi. Hem de benimle aynı dilde ya da bunca zaman anlayabildiğimin farkında olmadığım yabancı bir dilde. Karşımda botlarıyla, kapüşonlu kürküyle, eldivenleriyle bir Eskimo duruyordu. Yanlış okumadınız, evet, Eskimo. Hayır, Bakkal Mustafa’yı arkadaşlarınız içeride bir liralık çekirdek alarak oyalarken, sizin dışarıda duran dolaptan çalarak somurduğunuz renkli Eskimolardan değil. Bildiğiniz kanlı canlı insan Eskimo. Hem de bu sıcakta.


Birlikte içeri geçtik, misafir odası olmadığından antrede bulanan üçlü koltuğa oturması için elimle işaret ettim. Kıyafetleri o kadar kabaydı ki yanında oturacak yer kalmamıştı. Hızlı hareketlerle bilgisayar masasının önünde duran plastik sandalyeyi kaptım ve meraklı bakışlarımla karşısına oturdum. "Biliyorum kafan çok karıştı, bir açıklama bekliyorsun, her şeyi anlatacağım, ama önce sakin ol" dedi. Oysa hiç bu kadar sakin olduğumu hatırlamıyorum. Kendisini gördüğümdeki şaşkınlığım ve muhtemelen şapşal tavırlarımın, heyecanlıymışım gibi algılandığını hissettim ve Eskimo’nun gizemli gelişinin ardında, çok da zeki biri olmadığını düşündüm. En azından vücut dilimi yanlış okuyacak kadar. Bu arada içinde bulunduğum dinginliğin asıl sebebini henüz keşfedebilmiş değilim. Sanki her gün kutuplardan insanlar gelip kapımı çalıyor. Eskimo çay içer mi, acaba çay suyu mu koysam?


Eskimo anlatmaya başladığında ses tonuna o denli odaklandım ki ne söylediğini anlamak bir yana kafasının gittikçe büyüdüğünü görüyordum. Kafası büyüyor ama sesi aynı tonda gelmeye devam ediyordu. Afgan mıydı, yerli miydi acaba? Yok yok, eminim olmadı öyle bir şey. Musluğa doğru yöneldim. O hâlâ anlatmaya devam ediyordu. Yüzüme birkaç defa su çırptıktan sonra hatırladım, işte bu! Türk’ün aklı tuvalette gelirmiş derler. Eskimo’nun ses tonu, Goran Dukiç’ in Wristcutters’ında oynayan Patrick Fugit’e dublaj yapan adamın ses tonuna benziyordu. Ancak kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok, sormayın. Tekrar misafirimin yanına geldim, ‘’ölüm yürüyüşü’’ diye bir şeyden bahsediyordu. Eskimo’ların kendilerini değersiz hissettikleri ve bir işe yaramadıklarını düşündüklerinde, uçsuz bucaksız buzullarda ölene dek yürüyüşe çıktıklarını ve yanlarına hiçbir şey almadıklarını, düşünceleri ile birlikte yürüyerek öldüklerini. Sessiz, sakin, bembeyaz bir ölüm yürüyüşü... Kulağa hoş geliyordu ama ölmek için neden bu kadar zahmete katlanasınız ki?

Aslında bu "ölüm yürüyüşü" muhabbetini bir yerlerde okumuş olduğumu fark ettim ya da izlediğimi. Artık hangi belleğin, neresinde duruyorsa aklıma gelmedi bir türlü. İçinde bulunduğum ortamda da önemi yoktu zaten. Tüm benliğiyle ölüm yürüyüşüne çıkacağını anlatan bir Eskimo duruyordu karşımda; öğrenecek vakit çoktu. Bari eldivenleri çıkarsaydı diye düşündüm, bana fenalık geldi. Vantilatörün fişini taktım, derecesini ayarlamaya yarayan ipini, gücünü denercesine asılarak koparan arkadaşıma güzelce küfür ettim içimden. Odada bulunan sıcak havayı üzerimize doğru üfürmeye başladı yavaşça. Eskimo’nun şaşkın bakışları gözümden kaçmadı.


Haydi dermiş gibi gözlerimin içine bakmaya başladı Eskimo. Hazırlanmam gerektiğini, birlikte ölüm yürüyüşüne çıkacağımızı anlatıyordu. Ama burada ne uçsuz bucaksız ne de sessiz sedasız buzullar vardı. Nasıl olacaktı ki? Hem daha yeni "babacık, aşkım" demeyi öğrenmiş muhabbet kuşum vardı benim. Onu nasıl bırakacaktım? “Biz öldükten sonra gelir, evine bakar polisler, sen merak etme kuşunu da birine verirler herhalde.’’ dedi Eskimo. İyi de sen nereden biliyorsun polis falan Eskimo Beyefendi, beni öldürmeye değil de çıldırtmaya mı geldin yoksa? Duraksayıp düşününce, kapı zili çaldığından itibaren yaşadıklarımı zaten hangi mantık dilimine yerleştirebilirdim ki? Hazırlanmaya başladım yazacağımda, üzerime zor günler için sakladığım, eve en son bir buçuk sene önce gelen arkadaşımın ütülediği tişörtü giymekten başka bir şey yapmadım. Hazırlanmak olgusunun aslında kafamda çarpışan soruların yazıya aktardığı bir mefhum (bu kelimeyi kullanmayı çok seviyorum. Ulus Baker’e selam olsun) olması daha muhtemel. Tamam, ben de bir boka yaramayan, hafta içi sekizde ofise yetişmeye uğraşan, beşe on kala müdür çıksa da kaçsak diyen, akşamları spor programları izleyip, yağlı göbeğime kalori şenlikli cipsler gönderen, iki ay önce aldığım kitabın yarısına bile gelemeyen ortalama bir insanım. Ama bu Eskimo Bey ölmek istediğimi de nereden çıkarmıştı şimdi? Fakat sorgulamak 21. Yüzyıl insanı kişiliğimle örtüşmüyordu. Yola çıkılacak kutuplardan gelen bir karar vardı.


Biraz daha oyalanırsam üşengeçliğimden vazgeçecektim. Anahtarı da içeride bırakarak kapıyı çektim. Eskimo Bey ile birlikte sokağa adımlarımızı attığımızda güneş, henüz ortalarda yoktu. Telefonumu alsaydım bari. Tamam, kimseciklerin aradığı yoktu da bana ihtiyaç duyulduğuna dair mesajlar alıyordum son günlerde. “Sokakları boş bırakma” falan diyorlardı. Neyse, zaten sokaktaydım işte! Hem de ölene dek. Eskimo Beyefendi ile çok uzun bir yürüyüş olacağını tahmin etmiyordum ama denemeye değerdi.

Sessiz sedasız başladığımız ölüm yürüyüşünde, güneş yüzünü göstereli neredeyse iki saat olmuştu. Sabah koşularını tamamlayan taytlı, pahalı spor ayakkabılı ablalar, evlerine gidip tereyağlı yumurtalarıyla kahvaltılarını bile yapmışlardı. Biz tabii ki yollardaydık. Halen tek kelime dahi konuşmamış olmamız, birlikte olmadığımız anlamına gelmemeliydi. İletişim mekanizması konuşmadan da çarklarını döndürebilirdi. Nitekim dün akşamki genital hayaller senaryolu muhabbetlerden kötü olamazdı. Bir şeyin içinde bulunmak zorundalığının hissettirdiği ıstırabı fiziksel bir işkence metoduyla kıyaslarsanız, midenize oturan taşın, eti pufla karşılaştırılmasından farksız olacağını söyleyebilirim. Bu sorunsalın kurtuluş planı olarak kullanılan boş vermişlik tavırları da aslında kandırdığımızı düşündüğümüz benliğimizde gizli. İnsan çevreye aktarmak istediği öz kişiliğini sürekli onay bekleyerek aşılamak zorunda hissettiğinden başa dönen denemeler eşliğinde zamanını tüketir. Demem o ki öz kişiliğinizi, takdir edilebilme aforizmasından sıyrılabildiğinizde tanıştırın insanlarla ama henüz, siz bile tanışmamış olabilirsiniz onunla. İçinizdeki gerçekliğinizle önce kendiniz barışın, sonra lümpen ortamlarınıza dönebilir ya da kaçabilirsiniz. Zorunda hissetmeyin! İlahi Komedya’da tasvir edilen cehennemi bu dünyada yaşıyorsunuz, uyanın.


Hiç terlemediğini gözlemlediğim Eskimo Beyefendi ile çıktığımız ölüm yürüyüşümüzün yarım gününü tamamlamak üzereydik. Ne bir durduran ne de "Bu herif ne ayak, manyak mı bu sıcakta?" diyen vardı. Oysa ben, terden yapış yapış vücudumla pişik olmuş bir bebek edasıyla yürüyordum artık. Unlu mamullerin önünden geçerken ciğerlerime çektiğim ekmek kokusu bile heyecanlandırmamıştı; susuzluğumun aklımdan çıkmadığını düşünürsek... Hiç durmamış, ara vermemiş, soluklanmadan devam ediyorduk. Şuraya biraz otursak demek geçse de içimden, sessiz yürüyüşümüz giderek kasvetli bir hâl aldığından Eskimo Beyefendi'nin verebileceği olumsuz tepkiden korktum açıkçası. Nordik film festivalinden fırlamış bu iki tipe kimselerin dönüp bakmaması kuşkulandırmaya başlamıştı. Karşımızdan gelen birilerine selam verip yol arkadaşımı tanıştırmak akıllıca gibi görünse de başka bir yola başvurdum. Hemen sol tarafımda yürüyen Eskimo’ya her adımımda usulca yaklaşarak sol kolumu dokundurmaya çalıştım ve başardım. Yanımdaydı, yürüyordu ve fiziksel bir karşılığı vardı. Şizofreni fikirlerimi şimdilik ötelesem de susuzluk yaptırımlarının akıl sağlığıma verdiği ihtarlar şiddetleniyordu.

Hava kararmış şehir, gündüz koşuşturmacasının ertesinde olması gerekenin aksine daha kalabalık ve gürültülüydü. Mağazaların neon ışıkları gözlerimin içine girip kafatasımı delerek çıkıyordu sanki başımın arkasından. Gözlerimin acıdığını, gözyaşlarımın içine aktığını hissediyordum. Ağlıyordum ama kimse görmüyordu. Nefes alışverişim sokağın karşısından duyuluyor olmalıydı. Ah birde şu sinekler yok mu? Bacaklarımı ve kollarımı paramparça etmişlerdi. Kan emmekten vazgeçmiş olmalılar, direkt ete saldırıyorlardı. Evrim sonunda başlamıştı! İlk sineklerden başlamış olması şaşırtmıştı aslında. Ellerimin üstüyle alnımın terini silerken kollarımdaki deliklerden diğer tarafı görebiliyordum, aslında güzeldi içine bir de mercek satın alıp yerleştirsem dürbüne para vermeye gerek yoktu. Ağzımdan çıkardığım suyu içmeye çalıştım ama asfalta dökülenler çok pis kokuyordu midemi bulandırmıştı. Bir kez daha denedim olmadı, yapamadım. Etrafımdakileri görmekte zorlanıyordum ama ışıklar yayından fırlamış ok gibi deliyordu gözlerimi. Başımı önüme eğerek ışıklardan kaçmaya çalışırken Eskimo Beyefendi, dimdik omuzlarıyla kendinden emin bir şekilde yürüyordu. Ne yorgunluk ne açlık ne de susuzluk belirtisi vardı siluetinde. Uzun mesafe maraton koşucuları gibiydi, ne ciğeri varsa etin altında? Asrın Eskimo’suydu galiba.

Adımlarım iyiden iyiye yavaşlamaya başlamıştı, etrafımda olup bitenleri mantık süzgecinden geçirerek değerlendirmeye yarayan fonksiyonlar ‘’alt ef dört’’ yapmış olmalıydı kendiliğinden, kaydetseydi bari geçmişi. Hava hala karanlıktı henüz yirmi dört saati doldurmamış olmalıydık. Bunca yürüyüşe rağmen şehrin sokaklarının bitmemiş olması ilginçti ve o sokakların hala kalabalık olması daha bir merak uyandırıcı. Acaba herkesler mi ölüm yürüyüşündeydi? Elindeki sopanın ucuna bağladığı bezin üzerinde Arapça bir şeyler yazan sarıklı herif, tam karşımızdaydı. Yoldan geçen arabalara doğru sallıyordu Arap harflerini. Onlarda ellerini camlardan çıkararak selamlaşıyorlardı. Ancak nasıl bir selamlaşma işareti olduğunu seçemedim, farların ışıkları o kadar yakıyordu ki canımı bakmaya tahammülüm yoktu. Bezin üzerindeki yazıları nasıl anlayamamıştım ki ben şimdi? Kutuplardan gelen Eskimo ile anlaşabiliyor ancak Arapçayı bilmiyordum. Sarıklı herifi gördükten sonra Eskimo Bey Efendiye açıklama yapma ihtiyacı duydum ama nasıl anlatacağımı bilemedim. Burayı Hollywood filmlerinde gösterilenler gibi Arap ülkesi sanmasından endişelendim. Ama yersizdi biraz önce yanından geçtiğimiz sarıklıyı nasıl açıklayabilirdim ki? O kadar yürümüş olamazdık, hem sınır diye bir şey var bir ‘’dur’’ diyen olurdu en azından. Melekelerim beynimde rakı sofrasını kurmuş eğleniyorlardı benimle.

Güneş öyle bir düşmüştü ki yeryüzüne akşam aklımı alan mağazaların neon ışıkları halt etmiş. Artık kapanmıştı gözlerim hala yürümeye devam ettiğimi sanıyordum. Elindeki pet şişeden yüzüme su döken şapkalı polisin bağırışlarıyla uyandım! Bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordum, elindeki telsizi ağzına yaklaştırdı dudak hareketlerini okumaya çalıştım ama öyle bir yeteneğim zaten yoktu. Tahmin edebiliyordum, cenaze aracı çağırmış olmalıydı. Ölmüş olmalıydım. Birazdan belediyenin aracı gelir beni tabuta yerleştirirler ve doğruca adli tıp morguna. Üzerimde ne kimlik vardı ne başka bir şey. Bilgi verilen Cumhuriyet Savcısı talimatı vermiş olmalıydı. Polislere de iş çıktı şimdi. Fezleke yaz, otopsi sonuçlarını ekle, kan örneğini incelenmek üzere kriminale yaz, gönder, parmak izi al, ölü bedenimde her hangi bir darp, cebir veya kesi izi var mı? Adli tıbba kaldırılmadan önce kontrol et. Açık kimliğimi tespit etme çalışmaları, yanı başımda baygın gözleriyle beni süzen Eskimo Bey’in bilgi sahibi ifadesini al. Bir sürü kâğıt kürek işleri. Sahi beni henüz ceset torbasına koymamışlardı, olay yerinde resmi polislerden başka polis de yoktu. Cinayet büro ekipleri neredeydi ki? Sonuçta kimliği belirsiz bir ölü vardı ortada. Hem ambulans da yok! Yalnız ben bunca şeyi nereden biliyordum o da garip? Önceki hayatımda cinayet polisi olmalıydım. Umarım sonrakinde de memur olmam, hatta sonraki olmasın bir zahmet. Dudaklarım birbirine yapışmış, kurumuş boğazım her yutkunuşumda biraz daha yırtılıyordu.

Polislerin ekip otosuna binerek yanımızdan ayrıldıklarını hatırlıyorum. Ben ise yerde yüzüstü yatıyordum. Eskimo Beyefendi dizlerinin üzerine çökerek koca kafasını yüzüme doğru yaklaştırdı. Yaklaşık beş dakika kadar bir şeyler anlattı ama bu sefer anlamıyordum. Kapüşonunu çıkardı, yüzünü iyice yaklaştırdı yüzüme, bir an öpecek sandım. Cem Yılmaz’ın Yahşi Batı’daki repliği gelmedi değil aklıma. Burnunu burnuma sürterek tekrar doğruldu. Yürümeye devam ediyordu, beni burada bırakıp gidiyordu. Tek gecelik aşk gibi hissettim kendimi, üstelik para bile vermemişti. Ağlamaklı gözlerim kapanıyor, yol benim için bitiyordu.

Bilincim tekrar yerine geldiğinde yüzüme tırnağını geçiren hayvan akrobatik hareketlerle sakallarımı çekiyordu. Sinekler evrimlerini bir gecede tamamlayıp kuşa dönüşmüş olamazlardı. Uyanmıştım ve evimde, yatağımdaydım. “Babacık babacık!’’ diye yüzümde tepinende biricik dostum Şakir’di. Kafesinin kapısı açık kalmış gün ışığını görür görmez atlamıştı üzerime. Ne yani bunca yürüyüş, ışıklar, polisler, Eskimo Efendi hepsi rüya mıydı? Üçüncü sınıf barın rüyası da ancak bu kadar olurdu zaten. Oysa ben uzun zamandır rüyalarımda uçan fillere binip gezmek istiyordum. Özgürce kanatlarını çırpan fillere, konuşan, dertleşen, ağlatmayan…