Günün yorgunluğuydu üzerindeki kıyafetleri ancak sadece ceketini çıkartmaya takati vardı. Ceketini çıkartıp kravatını gevşetti. Berjerine oturmak için yöneldiğinde masasında duran gümüş tabakasına gözü ilişti. Bir süredir tütün içmiyordu ama masasından tabakasını, tabakasından da tütününü eksik etmiyordu. Evdeki rutubetin tesirine bir de sigara eklenince öksürme krizleri tutuyordu.

Tabakasını aldı, zigonun üzerindeki radyosunu açtı kuruldu berjerine. Radyodan gelen cızırtıların ardından duyduğu kanun taksimine kulak kesildi. Mücerret bedeninde ruhuna iyi gelen seslerden birisiydi kanun taksimi. Kanunî o kadar iyi icra ediyordu ki sanatını avuçlarının arasında sımsıkı tuttuğu tabakasından bir tutam tütün çıkarttı ve iki parmağının arasına duran kâğıdına koydu. Davul gibi gergin bedeninde ağlamamak için kendini çok sıkıyor ve elleri tir tir titriyordu. Zor da olsa sardığı tütüne çaktı kibritini ve yaslandı geriye. Geceden açık kalan abajurunu söndürdü. Derin bir nefes çekti sigarasından ve yumdu gözlerini usulca. Ağzından, burnundan çıkan dumanlarla birlikte gözlerinden akan yaşlar da buna eklendi. Hıçkırıkla karışan öksürüğüyle ağlamaya devam etti. Yaşadığı bu derin ve ince acıyı tahayyül etmesi zordur azizim. Bir fecaatin içerisinde kıvranan bu kuru adamın acısını paylaşmak zordur.

Gözlerinin yanmasına, ciğerlerini öksürtmesine aldırmadan devam ediyordu sigarasını içmeye. Bir müddet sonra olduğu yerde sızakaldı. Kuru, güçsüz bedeni çektiği acıya ve yaşadığı yorgunluğa daha da dayanamadı. Tanın ardından doğan güneşle birlikte uyandı. Yeni bir günün anlamı, onun için sadece dünün tekrarı olmasıydı. Sabahın erken saatlerinde evinden çıktı. Sirayet Kıraathanesi'nin yola bakan kısmında insanların telaşesini izlerken eskileri yâd ediyordu. Durup durup aynı şeye iç geçiriyordu:

"Tarih tekerrürden ibaretse, tekerrür etsin yine o halde!"

Hava sıcak ve nemliydi. Güneş, kuru esmer bedenini kavuruyordu Haldun’un. Bir süre sonra yanından geçen simitçiden simit ve ayran aldı. Yemeye koyulduğunda aç olduğunu fark etti. Dünden beri yediği içtiği tek şeydi bu. Hattizatında herkes yalnızdı ve herkes aynı yalnızlığın farklı renkleriydi. Haldun’un yalnızlığı, renklerden beyaz olanıydı. En çok onun üzerinde belliydi bu yalnızlık. Yaşadığı küçük dünyasında mücerret bir eşref-i mahlukattı. Tahammülfersa bir hale gelen hayatında vakur duruşunu bozmaktan kaçınıyordu ama durumuna tahammül etmekte de bir o kadar güçlük çekiyordu.

 

Güneşin batmasıyla hava birden soğudu. Hava karardıkça içindeki buhran da kasvetleniyordu. Oturduğu iskemleden kalktı, evine doğru giderken yanından gelen yavru bir köpeğin olduğunu fark etti ve biraz birlikte yürüdükten sonra köşedeki kaldırıma oturdu. Köpek de onunla birlikte oturdu kaldırıma ve Haldun, köpeğin başını okşayıp ona bunları söyledi:

"Arkadaş! Benim senden farkım ne? Benim de param yok senin de. İkimiz de serseriyiz. Ne demek serseri? Başıboş, aklına eseni yapan, istediği yere giden, kimseye bağlanmayan demek. Sen de, ben de serseriyiz."

Kalkarken kucağına aldığı köpeğe şöyle bir baktı. Kendi gibi zayıf, kara kuru bir köpekti bu. Çirkin denilebilecek de bir yapıya sahipti. Haldun, daha önce hiçbir hayvanın sorumluluğunu almamıştı ve bu sokaktaki köpek onun başka bir formuydu sadece. Daha önce izlediği bir filmde görmüştü böyle bir sahneyi. "Sokak köpeklerine selam vermek adam olmaya çeyrek var demekti."

Kucağından köpeği indirdikten sonra yoluna devam etti. Evinin kapısından içeri girmek için kilidi açtıktan sonra köpeğin havlamasını duydu. Dönüp baktığında az önceki köpeğin kendiyle geldiğini fark etti. Kapıyı araladı ve kenara çekilip köpeğin içeri girmesini bekledi. Paytak paytak yürüyüşlerle içeri girdikten sonra kapıyı kapattı.